Milattan önce 600 yılı civarında ne sosyal medya ne de günümüzün duyarlılıkları vardı. Ancak Spartalı Chilon’a atfedilen Latince “De mortuis nil nisi bonum dicendum est – ölüler hakkında söylenebilecek tek şey iyiliktir” ifadesi o zaman bile vardı. 

Kadim bir bilgi. Her öğretide, hatta dinde benzer ifadeler var. Müslüman cenazelerindeki helallik isteme ve “iyi bilirdik” faslı da bir örnek. Arkasından susulamayacak kadar istisnai kötülükler elbette var. Ancak diğer her durumda, en az 2 bin 600 yıllık insanlık deneyimi aynı şeyi söylüyor. Çünkü ölmüş bir insanın yapamayacağı bir şey var: Cevap hakkını kullanmak. Dolayısıyla bizim onunla yaşadıklarımızın bağlamı da ölmüş oluyor. Geriye kalan sadece bizim perspektifimiz. O konuda da sıcağı sıcağına karar vermek kadar kötü bir tercih yok. 

Salinger’in güzelim Çavdar Tarlasında Çocuklar (YKY, Çev: Coşkun Yerli) romanının son iki cümlesini hiç unutmam: “Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.” Bu yüzden, bir süredir yakınlarını kaybeden dostlarıma hep aynı şekilde başsağlığı diliyorum: Güzel hatıralar dayanma gücü versin. Bu aynı zamanda kötü hatıraları unutma temennisi olarak da okunabilir.

Üç seçenekten en yanlış olanı nasıl seçildi? 

Duymuş veya okumuşsunuzdur. Oyuncu Vural Çelik’in ölümünün ardından gözler Gülse Birsel’e döndü. Vural Çelik’in Avrupa Yakası dizisinin son sezonunda oynamayı tercih etmediği ve Gülse Birsel ile arasının iyi olmadığı biliniyordu. 

Şimdiyse ortada çok erken, çok üzücü bir kayıp vardı. Açıkçası Gülse Birsel ne yapsa biraz tepki görecekti. Çünkü sosyal medyanın ahlâki gösteriş korosu yerini almış, en ders verici pozisyonda hazır kıta bekliyordu. 

Birsel için ortada üç seçenek vardı: 

1- Sessiz kalmak. 2- Yaşananlar hiç yaşanmamış gibi düz bir başsağlığı paylaşımı yapmak. 3- Kendini açıklamaya çalışmak. 

Gülse Birsel önce sessiz kaldı, cenazeye katılmadı ve ardından en riskli olan üçüncü seçeneği seçti. Bu seçeneğin uygulamasını da en yanlış şekilde yaptı. Belli ki yazılanlar, söylenenler onu çok incitmişti. Bir insan ölüp gittikten sonra sanki artık bir anlamı varmış gibi, eski defterleri açtı. 

Daha acı çok tazeyken Vural Çelik’i analiz etmeye girişti ve “bana da hak verin” demeye çalıştı. Hakkını helal ettiğini söyleyerek de kendini bağışlayıcı bir pozisyona yerleştirdi. Belli bir arkadaş grubu için anlamlı, hakkaniyetli sözler de etmiş olabilir; bilemeyiz. Ancak bunu kitleler önünde yapamazsınız. Kitle sizin bağlamınızda değildir çünkü. Bunu atladığınızda sosyal medyanın en temel olgularından biri olan bağlam çöküşü yaşanır. Nitekim yaşandı ve Gülse Birsel de epey bir tepki görerek paylaşımını sildi. 

Ahlâki gösterişçiliğin kibrini ve çoğunluğun üslup tercihini onaylamamakla birlikte gösterilen tepkiyi anlaşılmaz bulmadım ve yer yer hak verdim.

Peki ne yapabilirdi? 

Peki Gülse Birsel gibi onca karakter yazmış, yıllarca her hafta yayınlanan korkunç uzunlukta dizileri kotarabilmiş, insan ilişkilerine dair farkındalığı olan, zeki bir insan böyle bir hatayı nasıl yapabildi? 

Şöyle ki, sosyal medyanın başta kamusal figürler olmak üzere çoğumuza unutturduğu bir gerçek var. Çok basit bir gerçek: Bir süre sessiz kalabilmek. 

Sanki sokakta mikrofon uzatılmış gibi her an, her gelişmede bir şeyler söyleme baskısı hissediyoruz. Kendimizi doğru ifade etme, çoğunluğu memnun etme telaşı içinde sessizliğin de yerine göre bir iletişim olabileceğini unutuyoruz. 

Belli ki Gülse Birsel, bu erken kaybın ardından daha önce hiçbir şey yaşanmamış gibi bir paylaşım yapmak istemedi. Açıkçası buna da hak veriyorum. Öyle bir bağlamda benim de içimden gelmezdi. Fakat kamusal bir açıklama yerine sadece yakınlarına üzüntümü bildirmekle yetinirdim. 

Ancak Birsel kitlelere karşı en azından belli bir süre sessiz kalmanın bir seçenek olduğunu unuttu. Kabul edelim, sosyal medya bunu bir şekilde çoğumuza unutturuyor. Çünkü kolektif bir yanılsama yaratıyor.

İnsanların %10’unun konuşmaların %80’ini oluşturduğunu gözden kaçırıyoruz. O %10’luk baskın azınlığa laf yetiştireceğim derken de kalan %90’ın kanaatini hiç hesaplamadan kendimizi zor durumlara sokuyoruz. 

Sürekli sadece konuşanlara, yazanlara bakarak karar alıyor ve sanki binlerce mikrofon uzatılmış gibi her an konuşma baskısı hissediyoruz. İşlerinin büyük kısmı iletişim (dinleme ve söyleme) olan koca koca siyasetçiler bile politika oluştururken bu tuzağa düşebiliyor. Nihayetinde algıyı sıcağı sıcağına yöneteyim telaşı içinde, aşırı iletişimle yanlış bir algının oluşmasına hizmet etmiş oluyoruz. 

İletişimin araç değil amaç haline geldiği çağın en temel sorunlarından biri bu.

Sosyal medya kullanırken asla unutmamız gereken iki şey 

Benden sosyal medya hakkında tek tavsiye istenseydi, “bir paylaşım yapmadan önce yazdığını tekrar oku ve yavaş yavaş ona kadar say” derdim. 

İki tavsiye istenseydi, “yazdıysan ve bir kişi bile gördüyse, asla silme” diye eklerdim. 

Sosyal medya iletişim krizlerinin büyük çoğunluğu bu iki tavsiyeyi unutmakla ilgili. Birinci tavsiye; aslında Daniel Kahneman ve Amos Tversky’nin sosyal medya ve internetten çok önceki yıllardaki çalışmalarına ve Kahneman’ın Hızlı ve Yavaş Düşünme (Varlık Yayınları, Çev: Osman Çetin Deniztekin, Filiz Deniztekin) eserine dayanır. Çünkü Kahneman’ın ortaya koyduğu üzere iki sistemle düşünürüz. Birincisi hızlı, otomatik, duygusal ve bilinçsiz kararlar alan sistemimizdir. Gün içinde çoğu kararımız buna dayanır. İkinci sistem yavaş, çaba gerektiren, aralıklı, mantıklı ve analitik olandır. Birinci sistemle aldığımız kararlar illa yanlış olacak diye bir şey yoktur. Hatta gün içinde işimizi kolaylaştırır. Ancak yanlış kararların çoğu bu aceleci sisteme aittir. İkinci sistemle de yanlış kararlar alabiliriz elbette ama sonradan pişman olduğumuz kararların çoğu bu sisteme ait değildir. Çünkü yazdığımızı tekrar okur ve üstüne düşünürken ikinci sistemin devreye girmesi umulur. Belki de o aşamada hatadan döneriz.

İkinci tavsiyem, yani “yazdıysan silme” tavsiyesiyse yeni medyanın doğasına ait bir şey: Paylaşmak büyük kararsa silmek iki kat büyük karar çünkü. “Yanlış yaptıysak bunu kabul etmek de erdem değil midir” diye sorabilirsiniz. Evet öyle ama, kabul etmenin yolu paylaşımı silmek değil. Silmek sadece sorumluluk almaktan kaçış olur. 

Bunu yaptığımızda hem silinen paylaşımın ekran görüntüsünü çoktan almış olanlara benzersiz bir etkileşim fırsatı, hem de ahlâki gösteriş meraklılarına zemin vermiş oluruz. 

Sessizlik, yapılan paylaşım ya da söylenen şeyi silerek geri kazanacağımız bir hak değil. Gerçekten yanlış yaptığımızı düşünüyorsak, bize düşen diğer paylaşımı silmeden alıntılamak ve onunla ilgili açıkça özür dilemektir. Yine tepkilerden kurtulamayız ama o çok konuşan %10 hariç, kalan sessiz çoğunluğun gözünde yaptığımızı telafi etme şansı elde ederiz. 

Burada bizi yanıltan ortamı sadece yazan ve konuşanlardan ibaret sanmaktır. Samimi bir özür bizi savunacak olup sessiz kalanlara da cesaret verir. 

Gülse Birsel’i veya bir başkasını ahlâken yargılamak bana düşmez. Bununla birlikte yaptığını neden yaptığını anlamaya çalışınca çoğumuzun bu yanlışları yapmaya aday olduğunu fark ediyorum. Çünkü içinde bulunduğumuz sistemin tasarımı böyle. 

Tefekküre, yavaşlamaya ve yerinde sessiz kalmaya ihtiyacımız var. Sosyal medyada paylaşım yapmak şimdilik bedava olabilir ama bedelsiz değil. Bedeli, itibar cinsinden.