Zaman zaman, hatta sık sık benim de içine düştüğüm iki karamsarlık türü var. Birincisi, sosyal medya ve algoritmaları nedeniyle yaşadığımız ‘hakikat sonrası’ çağ ve onun getirdikleri. İkincisi, üretken yapay zekânın “hakikat” sorununu daha da derinleştireceğine dair güçlü inanç. 

Bu iki konuda da o kadar çok şey okudum, yazdım ve konuştum ki ister istemez bir ezberim oluştu. 

Bu yazıda ezberlerimize ve dolayısıyla bu iki hakikate başka bir açıdan bakmaya çalışacağım. İkincisinden başlayalım.  

Pulitzer ödülleri gazeteciliğin geleceğiyle ilgili ne söylüyor? 

İki pazar önce bu köşedeki yazının bir paragrafını “Yapay zekâ gazeteciler için neden fırsat?” sorusunu cevaplamaya ayırmıştım. Orada yapay zekâyı gazetecileri işsiz bırakacak bir tehlike olarak görmekten çok, gazeteciliğe nitelik katacak bir iş arkadaşı olarak konumlandırmıştım. 

Geçen pazartesi gazeteciliğin prestijli ödüllerinden Pulitzer’in kazananları açıklanınca bu görüşümü destekleyen örneklerle karşılaştık. Çünkü bu yıl 45 finalistten 5’i haberlerini hazırlarken yapay zekâdan yardım aldığını açıklarken iki önemli ödül de yapay zekâ destekli haberlere verilmişti. 

“Yapay zekâ gazetecileri işsiz mi bırakacak, ne çapta bir tehlike?” sorularını tartışırken onunla iş birliği yapanın nasıl ödüllük işler çıkarabileceğini de hep birlikte gördük. 

Bir milyondan fazla polis kaydı nasıl incelenir? 

Pulitzer’de Yerel Habercilik dalında ödülü City Bureau ve Invisible Institute ortak çalışması olan “Chicago’da Kayıp” başlıklı haber aldı. 

Haberin derdi Chicago polisinin kayıp şahıs vakalarını savsaklaması, ırksal önyargılar ve ihlal edilen prosedürlerdi. 

Bir muhabir ve bir veri direktörünü bir araya getiren bu sorular veri biliminin gazetecilikte kullanımı için müthiş bir örnek oluşturdu. 

Nihayetinde bir milyondan fazla polis kaydını analiz edecek bir makine öğrenimi modeli geliştirildi. 40’tan fazla kaynakla röportaj yapıldı, topluluk katılımlı etkinliklere ev sahibi yapıldı ve tüm veriler birlikte analiz edildi. 

Bunun sonucunda da sistemik kötü yönetim kalıplarına ve tutarsızlıklara ulaşıldı. Böylece daha önce kayıtlarda sadece kayıp olarak yer alan fakat gerçekte cinayetle sonuçlanan 11 vakanın belirlenmesi sağlandı. Bu çalışma Kayıp Şahıslar Bürosu’ndaki resmi cinayet sayısını da iki kat artırmış oldu. Haliyle, konuyla ilgili resmi inceleme de başlamış oldu. 

Peki eğer makine öğrenmesi olmasaydı, bu bir milyondan fazla polis kaydından çıkarım yapmak mümkün olur muydu? 

Uydu görüntülerinden çıkan hakikat

Pulitzer’de Uluslararası Haber Ödülü de New York Times’ın Aralık 2023 tarihli bir Gazze Savaşı haberine verildi. 

Bu haber için iki tonluk İsrail bombalarının geride bıraktığı kraterleri tespit edecek bir yapay zekâ aracı geliştirildi. Böylece uydu görüntüleri tarandı ve hatalar ayıklandıktan sonra 23 Kasım 2023 itibariyle en az 200 sivil yerleşim bölgesine bomba atıldığı ve bunun rutin haline geldiği ortaya çıkarıldı. 

Peki yapay zekâ aracı olmasaydı da bu kraterler tespit edilmez miydi? Belki tespit edilebilirdi ama bunu yapmak yıllar sürebilirdi. Çünkü yapılan iş samanlıkta iğne aramaktan farksızdı. Öyle bir durumda bununla uğraşacak bir ekip bulunabilir miydi, bulunsa maliyetleri karşılanabilir miydi? Çok zor. 

İşte yapay zekânın hakikati ortaya çıkarmasına ilişkin bir başka örnek de buydu. 

Bir güç oyunu olarak hakikat

Şimdi gelelim birinci karamsarlığımıza. O da sosyal medya sonrası daha tartışılır hale gelen “Hakikat Sonrası” sorunumuz. 

Bu konuda yazdığım yazıların, podcast kayıtlarının ve katıldığım yayınların haddi hesabı yok. “Ümit koş hakikat sonrası konuş” diye özetleyeceğim bir dönemden geçtim. Bir süredir konu üzerine farklı felsefi tartışmaları okuyor ve takip ediyorum. Steve Fuller’ın Hakikat Sonrası – Güç Oyunu Olarak Bilgi (Türkçede: Fol Yayınları, Aralık 2022) kitabı bunlardan biri. 

Fuller kitapta hakikatin de nihayetinde bir güç oyunu sonucunda şekillendiğine ilişkin bir felsefi tartışma başlatıyor. Hakikat sonrası kavramının tarihini de Platon’dan Karl Popper’e, oradan Makyavelci geleneğe ve Pareto’ya dek götürüyor. 

Burada odadaki fil olarak gördüğü emperyalizme dikkat çekiyor. Bilginin de bir güç oyunu olduğunu düşününce hakikat ve sonrasının tarihini sosyal medya üzerinde yoğunlaştırmak biraz güçleşiyor.

Ne zamandır paylaşılan gerçekliğe sahibiz?

Bu tartışmayla ilgili son dönemde dikkatimi çeken ikinci şey ise Vox’ta Sean Illing’in The Gray Area isimli podcastinde The Atlantic’ten Derek Thompson ile yaptığı sohbet. 

Illing ve Thompson kitle halinde paylaşılan bir gerçekliğimizin ne zamandan beri var olduğunu sorgulamış. 

Yanıt 19. Yüzyılın sonlarındaki telgraf- telefon devrimine ve 20. Yüzyıldaki televizyonun yükselişine gidiyor. Öncesinde ne vardı derseniz, üst üste yığılmış mini yerel gerçeklikler. 

Thompson bunu Eric Hobsbawn’ın Devrim Çağı kitabındaki Fransız Devrimi örneğiyle açıklıyor. Şöyle ki 1789 Fransız Devrimi’nde Bastille düştüğünde Paris’ten bugünün hızıyla sadece 30 dakika uzaklıkta bir kantonda böyle bir gerçeklik yokmuş. Fransız Devrimi dediğimiz olayın tüm yurtta bir gerçeklik olması en az bir aya yayılmış. 

Bu aslında bilginin yayılma hızı. Bir insanın ya da atın yürüyerek gidebileceği kadar işte. Sonra telgraf, telefon, radyo, televizyon derken 20. Yüzyıldan itibaren başka bir çağ başlıyor. O da bilgi üzerindeki otoritenin neredeyse tekelleşmesine giden yolu açıyor. 

Sean Illing bu noktada “hakikat sonrası” tabirini hiç sevmediğini söylüyor. Bu tabirin hakikat içinde yaşadığımız bir altın çağ olduğunu imâ ettiğini ve bunu saçma bulduğunu da ekliyor. 

Buradan da “herkes aynı bir avuç kanalı izlerken ya da aynı bir avuç gazeteyi okurken dünyamızı daha iyi anladığımızı ya da toplumun daha adil olduğunu iddia edebilir miyiz?” sorusuna varıyor. 

Buradan yola çıktığımda internet öncesi son büyük olay olarak hatırladığım 1991 Körfez Savaşı aklıma düşüyor. Bu savaş sırasında ABD medyası tarafından dünyaya sunulan ‘hakikati’ anımsıyor ve orada duruyorum. 

İşte bundan bir adım sonrası da internet ve önümüzde uzanan yapay zekâ çağı. Hakikatin önemsizleşmesinin ya da yokluğunun kısa vadede yaşattığı kaos ortada. 

Peki bunun uzun vadede daha kötüye gideceğinden ne kadar eminiz? Peki bu kaos demokrasilerin olgunlaşması için bir fırsat da olabilir mi? 

Hakikat yoksa demokrasi de olmaz diyoruz hep, doğru. Peki ama hangi hakikat, hangi demokrasi? Sorular retorik. 

Aktardığım örneklere tamamen katıldığım ve artık tartışmanın diğer tarafında yer aldığım da düşünülmesin. Ezberlerimiz üzerine biraz daha düşünmekte fayda gördüğüm için soruyorum. 

Çünkü yaşım ilerledikçe emin olduğum bir şey var ki hiçbir şeyden o kadar emin olmamak gerek.