Son 15 yılı düzenli olmak üzere, 23 yıldır yazı yazıyorum. Bu 23 yıl içerisinde üslubum, seçtiğim konular, sıklıkla tercih ettiğim kelimeler, bildiklerim, hatta inandığım şeylerin çoğu değişti. Değişmeyen tek bir şey var. O da yazı yazmak için masaya oturduğumda, ‘bildiğim her şeyi unutmuşum, dünyadaki en cahil insanmışım’ gibi hissettiğim o büyülü an.
Bir konuşma yapmak için sahne veya kürsüye çıkınca, bir çekim veya podcast kaydından önce de aynısını hissediyorum ve kalbim küt küt atmaya başlıyor. Sonra nasıl oluyorsa, cümleler kendiliğinden dökülüveriyor. Aksine, eğer yazacağım veya konuşacağım şeyden çok eminsem, hiçbir şey planladığım gibi gitmiyor.
O nedenle yazıya oturmadan önce, yazıyla çok alakasız şeyler yaparak (konsolda oyun oynamak gibi) önce bir kafamı boşaltmaya, kendimi biraz cahil hissedeceğim o ana geçiş yapmaya çalışıyorum. Buna eskiler tefekkür diyor sanıyorum. Derin düşünce kapısını açmadan anlamlı bir şeyler üretmeye çalışmak mümkün değil çünkü.
Fizik nasıl imdada yetişti?
Bu durum, yine yazı yazmak için masaya oturduğumda “ne yazacağım, hiçbir şey bilmiyorum ki ben, bir şey bilmeden ne yazacağım ki şimdi” tedirginliği sırasında aklıma düştü.
Bu kez biraz uzunca süren bu bilgisizlik seansında da geçen ağustos ayının sonunda The Wall Street Journal’da okuyup kenara ayırdığım bir yazıyı hatırladım.
Nobel ödüllü teorik fizikçi Frank Wilczek, bu durumu kuantum fiziğiyle açıklamıştı. ‘Cehaletin Bilimsel Değeri’ başlığıyla yazdığı bir makalede kısaca diyordu ki, “Kuantum fiziğinde, bir parçacığın konumu hakkındaki bilgiyi en üst düzeye çıkarmak, onun momentumunun bulanık olmasını gerektirir.” İşte bu bulanıklığı da cehalet olarak tarif ediyor.
Neredeyse hiç fizik bilmeyen bir sözelci olarak, ben bunu yazı yazmadan önceki heyecana bağlayarak geçmiştim. Heyecan sandığım şey bir fizik problemi olarak karşımda duruyor şimdi.
Bir kuantum bilgisayarı için ne gerekir?
Öyle ki, iyi bir kuantum bilgisayarı yapmak için bile bir anlığına da olsa bilgisiz kalma zorluğuna ulaşmak gerekiyormuş. Wilczek bunu da şöyle tarif ediyor. Bildiğimiz üzere klasik bilgisayarlar 0 ve 1’lerden oluşan belirli konumlar dizisinden geçerek çalışıyor. İyi bir kuantum bilgisayarı ise tüm bu konumların ayrı ayrı değil de bir arada var olmasını gerektiriyormuş.
Zorluk da burada. Çünkü bir sonraki adımı yürütmek için momentumda küçük bir bulanıklık, bunun güvenilir bir şekilde olması için de konumda bulanıklık gerekiyor.
Bu bilgiyi öğrendiğimde biraz rahatladım. Paradoksal olarak bu rahatlama da iyi gelmedi. Çünkü artık bunun böyle olması gerektiğini biliyordum. Neyse ki bunu yarın unutacağım. Çünkü Wilczek bunu dünyayla başa çıkma yöntemimiz olarak genelleştiriyor. İşte size “cehalet mutluluktur” sözünün belki de bilimsel bir açıklaması ama biraz eksik. Son paragrafta neden eksik olduğunu açıklayacağım.
Cehalet mutluluktur diye kibirlenmeden önce
Sosyal medya ve özellikle Twitter (X)’da gözlemlediğim bir durum var. Platformda tartışmalara katılırken “cehalet mutluluktur” lafına çok sık atıfta bulunuluyor.
Bunları bilmeyeydim de halkımız gibi mutlu olaydım ironileri havada uçuşuyor. Herkes son derece kendinden emin. O kuantum bilgisayarını bile çalıştıran yüce bulanıklığa bir an bile izin yok.
Gündem ekonomi olunca, herkes ekonomi hakkında uzman. Gündem siyaset olunca, herkes bu konuda bütün siyasetçilerden daha bilgili. Gündem futbol olunca, herkes kendi açısından haklı. Muazzam bir bağlam çöküşü.
Herhangi bir tartışmadan “evet ben yanılmışım, bilmiyormuşum” diye çekilebilene çok az rastlanıyor. Çünkü timeline dediğimiz şey, adı üzerinde akıyor, yakalamak gerekiyor.
Kendini sorgulayacaksın da o cehalet ya da o bulanıklık haline geçeceksin de oradan anlamlı bir şey çıksın. Bunu beklersen etkileşim ekonomisini kaçırırsın. Etkileşim ekonomisini kaçırırsan, takipçin olmaz ya da artmaz.
O zaman ne yapacaksın? Gündeme şöyle bir bakıp aklına geleni hemen yazacaksın. Yani hiç tefekküre girmeden. Öyleyse “cehalet mutluluktur” diye kibirlenip birilerini aşağılarken, aslında paradoksal bir cehalet havuzunda yüzüyoruz ve bu yukarıda söz ettiğim gibi işlevsel bir cehalet değil. Parça parça akan, tefekkürden uzak üretimi alıp zihnimizde yuvarlarken, türlü bütüne ulaşamıyoruz.
Cehalet zenginliktir
Eğer yazının buraya kadar olan kısmına hak verdiyseniz, o çok kibirli “cehalet mutluluktur” önermesini değiştirmeyi önereceğim. Bana kalırsa cehalet zenginliktir.
Zaten bana kalmamış, kuantum fiziği bile bunu açıklamış.
Peki cehalet hangi şartlarda zenginliktir?
Cehaletimizin farkındaysak, bu konuda seçici olabiliyorsak.
Zaten kendi cehaletinin farkında olana cahil denmez, bunu biliyoruz. Bu cehalet paradoksunu günlük hayata uygularsak, o her zaman kendinden çok emin tavrımızı bir kenara bırakmamız gerekecek.
O da yetmez, kendinden aşırı emin atıp tutanlara hep makul bir şüpheyle yaklaşmak da gerek.
İşte o gün hakikatle ilişkimiz değişecek.
Ne diyordu Gibi dizisindeki Yılmaz: “Gerçeklerin bir kıymeti yok ki Ercan Abi, genel kanı neyse onu yaşıyoruz.”
İşte o genel kanı, parça parça gündemlere kapılıp tefekküre asla izin vermediğimiz için gerçeği perdeliyor.
Bunun için önce biraz cehalet gerekiyor. Başka bir deyişle kuantum fiziği.
Bir gecede cahil kaldığım için hiç bu kadar iyi hissetmemiştim.