20 yıldır yaşadığım İstanbul’da her nasılsa ortalama üç yılda bir ev değiştirdim. Çok ev aradım, çok ev buldum. İlk zamanlar, “kendim ev sahibi olunca, bütün bunlardan kurtulacağım” diye düşünür rahatlardım ama ev sahibi olduktan sonra da çeşitli nedenlerle birçok ev değiştirdim. 

Ev alırken ya da tutarken seçenekleri eleme kriterlerimden biri de apartmanda oturanların ayakkabıları daire kapının önüne yani apartman koridoruna çıkarmış olmasıdır. 

Pek hak etmediği şekilde, herkesin, bir entelektüel ‘Beyaz Türk’ muhiti olarak ağzına doladığı Cihangir’de bile birkaç evi tutmaktan, apartmanda ayakkabıların dışarıya bırakılma durumu nedeniyle vazgeçmişimdir. Bana göre çok sevimsiz bir görüntü. 

Görmemek için şartlarımı zorlayarak daha fazla kira ya da satın alım bedeli ödemeyi göze alabilirim. Böyle düşünmeyenler de olabilir. Öyle düşünmeyenlerle aynı sitede yaşamamak da benim kişisel tercihim. 

Konuyu, Kadir Has Üniversitesi’nde bir mesele haline getirilmeye çalışılan “ibadet alanına ayakkabıyla girdi, girmedi” tartışmasına getireceğimi anlamışsınızdır. Nereden baksanız tuhaf bir tartışma. 

Bir öğretim üyesi, içeride bir ayakkabılık olduğu halde, kendi odasının yanına denk düşen mescidin kapısına öylece bırakılan ayakkabılara öfkelenmiş ve tartışma hak etmediği kadar büyümüş özetle. 

Yaklaşan yerel seçim öncesi, böyle hassasiyetler üzerinden bir gerilim aranacağı ve bu gerilimin siyaset alanına devşirilmeye çalışılacağını anlamak zor değil. O yüzden öznel olarak o olayın kişilerini ve detaylarını kurcalamayacağım ama bu ayakkabı meselesi üzerinde biraz durmak istiyorum. 

Babamın bir alışkanlığı

Bu tartışmada çoğunluktan farklı olarak ilk aklıma gelen, mescidin iç kısmında bir ayakkabılık varken ve ayakkabılar orada daha güvende duracakken, insanların hangi rahatlıkla ayakkabılarını koridora bıraktığı sorusu oldu. 

“Demek ki artık eskisi gibi ayakkabı çalınmıyor” diye düşündüm. Böyle düşünmemin de haklı bir nedeni var. 

Yaşı ilerlemeden önce uzun yıllar bütün vakit namazlarını camide kılmayı tercih eden, enfeksiyon ve Covid riski nedeniyle son dönemde sadece cuma namazlarını cemaatle kılabilen babamın bir alışkanlığı vardır. Camiye her zaman en eski ayakkabısıyla gider. Çünkü camide ayakkabısını çaldırmış ve defalarca birilerinin çaldırdığına şahit olmuştur. 

O yüzden babamın yazılmamış bir kuralıdır bu: Evdeki en eski ayakkabıyla camiye git. 

Bu durum, eskiden en çok bayram namazlarında sırıtır ve benim babamla dalga geçmeme vesile olurdu. Çünkü üstte jilet gibi bayramlıklar varken, altta en az on bayram öncesini hatırlayan boyasız bir ayakkabı hatta bazen bir terlik onu tamamlardı. 

İşte, bu kişisel yaşanmışlık nedeniyle, zorla mesele haline getirilmeye çalışılan olayı duyunca dedim ki, “rahatlığa bak, ayakkabıları öylece bırakmışlar dışarıya.” Başkası “görgüsüzlüğe bak” diye yaklaşabilir bu konuya ki o da haksız değil. 

Meseleye sadece bir açıdan yaklaşıp hemen kutsalına saldırı olarak algılayanların ne bu yazıyı okuyacağını ne de anlayacağını düşünüyorum. Buna karşılık hep birlikte yaşıyoruz ve daha ne kadar gerilimden besleneceğiz? 

Araç, mesajdır

Böyle bir olayı kaşıyarak buradan 28 Şubat benzetmeleri yapanların, 28 Şubat’ı da pek anlamadıklarını ya da bilinçli olarak sulandırmaya çalıştıklarını düşünüyorum. Elde kalan son mağduriyetin de böyle her olayda sahaya sürülerek yıpratılmasının algısal sonuçları olacaktır elbette. 

Konuya başka bir açıdan yaklaşalım. Biz bu olayı niye konuşuyoruz? Bence bu olayı konuşmamızın en büyük nedeni, günümüzün iletişim ortamı. Çünkü herkesin elinde bir telefon var ve o telefon böyle olaylarda kayıt yaparak bir silah haline gelebiliyor. Sonra sosyal medyaya düşüyor ve olaylar gelişiyor. 

Sadece yaşandığı yerde en fazla birkaç saat konuşulacak bir mikroskobik gerginlik, bir anda içine siyasetçilerin vakıfların filan girdiği bir memleket meselesi haline gelebiliyor. İşte böyle bir durumda, daha internet öncesi çağda “The medium is the message” (Araç, mesajdır) ifadesini kullanan Kanadalı iletişim teorisyeni Marshall McLuhan bir kez daha haklı çıkıyor. 

Eğer, elde o video çekebilen ve internete bağlanan telefon yani o araç olmasaydı, topluma böyle bir mesaj gitmeyecekti. Eldeki araç, onu kullanan zihniyetle birleşerek bir anda o mesajı yaratabildi. Bu durum pek çok benzer örnek için de geçerli. 

Sosyal medyanın ilk yıllarında “yurttaş gazeteciliği” diye çok umutlanılan konu, gelip böyle örnekler üzerine kilitlendi. Kuşkusuz doğru kullanıldığı ve pek çok adli olayı çözüme kavuşturan örnekleri de var ama hangi taraf ağır basıyor derseniz, daha çok gereksiz gerginliklere sebep olduğunu söyleyebilirim. 

Sağduyunun etkileşim değeri yok

Bu olay bir iki gün sonra unutulacak ama olaydan çok daha büyük bir sorunumuz var. O da bu olayın servis edilme, konuşulma ve büyütülme biçimi. 

Elimizde bir bıçak var. Onu ekmek kesmek için de kullanabiliriz adam bıçaklamak için de. Bazen faydalı bir ev işi aleti, bazen bir savunma aracı olur, bazen de saldırı. 

Halk otobüsünde tacize uğrayan bir kadının elindeki çekim yapabilen telefonun anlamını düşünün mesela. Ne mutlu ki, bu sayede böyle şeyleri aklından geçiremeyen insanlar vardır. 

Öte yandan toplu taşımada veya kamusal ortamda kişisel ve cinsel tacize varan çekimler yapıp bunları paylaşanlar da var. 

Bu durum, -son kullanıcıya kadar ulaşan- video kaydı yapabilen akıllı gözlüklerin yaygınlaşmasıyla daha da tehlikeli bir yere gidebilir. Hayatın her alanında her gün yüzlerce böyle örnek çıkabilir. 

Mesele, bunlarla kutuplaştıkça ve zihnimizi yordukça, nasıl bir toplum olacağımız meselesi. 

Her kesimin böyle küçük semboller üretip onu kendi kamusal alanında yani enfokrasi toplumunda görünür yapması bir ülkeyi nereye götürür? 

Her şeye rağmen, her kesimin sağduyulu insanlarının çoğunlukta olduğunu düşünüyorum. Sorun şu ki sağduyu görünür değil. Sağduyunun bir etkileşim değeri yok. Çünkü elimizdeki araç, aynı zamanda en ilgi çekici olanı görünür yapıyor. 

Geleneksel iletişim araçlarında da böyleydi ama onların fiziki sınırlılıkları vardı. Oysa bugün sokaktaki hemen herkesin elinde kayıt ve yayın yapabilen bir araç var. Bu nedenle bir yandan kimse güvende değil ve diğer yandan herkes çok güvende. 

Bu paradoksu anlayana dek hep birlikte çok yorulacağız. Sonunda umarım kazanan sağduyu olur.