Bekarlık günlerinde insanın bakkalla, tekelle münasebeti farklı oluyor. Zaten tek kişilik yaşadığınız için öyle büyük market alışverişlerine ihtiyaç olmuyor nihayetinde.
Beşiktaş ile Teşvikiye sınırında bir muhitte bekarlık günlerimi geçirirken ben de neredeyse bütün alışverişimi bakkaldan yapardım.
Öyle ki, sevgilimin“evin biraz eve benzesin” diye yaptırdığı etraflı bir market alışverişi dönüşünde bakkala görünmemek için hızla şerit değiştirmeye çalışırken düşüp bileğimdeki bağları koparmışlığım ve böylece 45 gün boylu boyunca yatmışlığım da var. Bunu daha önce Küçük Kararların Zulmü temalı bir yazıda anlatmıştım. Yani benim için bakkalla bağları koparmak sadece metaforik değil fiziksel olarak da acı verici bir hatıra.
Utanç verici bir anı
Çok utandığım için bu anının devamını daha önce hiç yazmadım. Çünkü bakkalla kuvvetli sandığım bağ nasıl zayıf bir bağsa artık, başımdan çok tuhaf bir şey geçmişti orada.
Bakkal gençten efendi bir oğlandı. Arada kısa kısa laflardık. Sabah veya gece ne zaman gitsem de yerinde olurdu. “Ne çok çalışıyorsun” diye takılırdım, “Abi ekmek parası ne yapacaksın” diye cevaplardı mahcupça.
Ecnebilerin ‘small talk’ dediği türden, küçük önemsiz konuşmalar. Bir gün, uzunca bir tatil dönüşü dükkâna girdiğimde tezgâhın ardına kendisinin kocaman bir portre fotoğrafını astığını görüp gayri ihtiyari güldüm ve takıldım: “Ne o Burhan Altıntop’a mı özendin?”
Çocuğun yüzündeki ifade aniden dondu: “Abi fotoğraftaki benim abim, 10 gün önce trafik kazasında kaybettik”.
Meğer benim tek kişi sandığım bakkal, birbirine ikiz kadar benzeyen iki kardeşmiş ve gündüz biri, gece diğeri duruyormuş. İkisini bir arada hiç görmediğim için ben onları aylarca tek kişi sanmışım.
Haliyle yerin dibine geçtim. Gencecik insanın ölümünün acısı ayrı, ikisini farklı insan olarak algılayacak kadar önemsememenin verdiği mahcubiyet ayrı koydu. Yani bakkalla bağ kurmak dediğim de böyle utanç verici bir aymazlık haliyle sabit.
Meşhur dalgınlığım üzerine uzun uzun düşünüp dersler çıkardığım bir tecrübe.
Peki hangi Alâaddin gerçek?
Belki siz de duymuşsunuzdur. Ben o üzücü haberi 10Haber’de okudum. İstanbullu ve Teşvikiyeli olmayanların bile bildiği meşhur Alâaddin’in Dükkânı emeklilik nedeniyle kapanmış. Orhan Pamuk’un ilkin Kara Kitap’ında bahsettiği o büyülü dükkân yani.
1940’tan beri aynı yerde olan ve 1956’dan beri de Alâaddin’in Dükkânı diye bilinen ama aslen ismi ‘Necdet Güler Shop’ olan yer. Ben ilkin bu haberden öğrendim; meğer Alâaddin, Orhan Pamuk’un dükkân sahibi Necdet Bey’e verdiği kurgusal isim değil, Necdet Bey’e bizzat kendi babasının hitap şekliymiş.
Benim yukarıda aktardığım bakkal anılarıma konu olan sokağa da çok yakındır bu arada. Kapanmasına üzüldüm dedim ama oralarda otururken önünden neredeyse her gün geçmeme rağmen Alâaddin’in Dükkanı’na girmeye korkardım ben.
Çünkü içinde yetiştiğim Ekşi Sözlük’te, oradan alışveriş yapmış sözlükçüler tarafından öyle tersine anlatılırdı ki, Alâaddin Bey’in beni azarlayacağını düşünüp her seferinde vazgeçerdim. Durduk yere gerginlik yaşamamak için de şöyle dışarıdan bakınıp geçerdim. Sahiden de öyledir.
Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında büyülü bir şekilde anlatılan, 10Haber’in Ece Altıkulaç imzalı haberinde de Uğur Vardan ve Elçin Yahşi’nin tanıklıklarıyla bu büyüyü sürdüren Alâaddin Dükkanı’nın, hatıralarınızda aynı büyüyle kalmasını istiyorsanız Ekşi’cilerin yazdıklarını sakın okumayın.
Ekşi’ciler kimin hakkında iyi yazmış ki diyeceksiniz ama yazılanların çoğu Ekşi Sözlük’ün daha tenha, biz bize zamanlarına ait. Yazanların çoğunun da yakınlardaki Işık Lisesi öğrencileri olduğunu tahmin ediyorum. Nasıl bunalttılarsa artık Alâaddin Bey’i, epey gerilimli hatta kavgalı esnaf-müşteri münasebetleri oluşmuş. Şu güzel romantizme turp sıkmak istemezdim, ama öyle.
İyi esnaf nedir, kime göre, neye göre?
O zaman durup soralım. İyi esnaf nedir? Biraz romantize edilmiş bir şey olabilir mi? İlla ki suyumuza mı gitmelidir mesela? “Müşteri her zaman haklıdır” prensibiyle üzerinde iktidar kurabildiğimiz zaman mı iyi esnaf tanımına ulaşırız? Yoksa Yeşilçam filmlerindeki hep çıkarının peşinde olan bakkal-kasap temsilindeki gibi midir? Kimi zaman anahtarı bıraktığımız, kimi zaman kargomuzu teslim alan karşılıklı bir çıkar ilişkisinin öznesi midir sadece?
Ekşi Sözlük’te anlatılan Alâaddin Bey hiç öyle karşılıklı çıkar ilişkilerine girmeyen, gereğinde azarlayan, gereğinde dükkândan kovan, adres sorulmasını filan asla istemeyen insandan bunalmış bir karakter.
Orhan Pamuk’un Kara Kitap’taki Alâaddin anlatımı da aslında biraz ipucu veriyor. Kitapta bir Celal Salik köşe yazısına konu olurken örneğin, müşteriler hakkında türlü türlü şikayetlerini öğreniyoruz. Çoğuna da hak verilebilir yani.
Ekşi Sözlük’te ise müşterilerinin ondan şikayeti başrolde. Kurguyla gerçek hayat arasındaki o gerilimli alan işte. Hangi Alâaddin daha gerçek, kim haklı? Deneyimlemeyenlerin artık öğrenme şansı yok. Çünkü yerinde bir mücevher tasarımcısı olacakmış artık.
Her şey iki taraflı
Ancak bu karşıtlıktan şunu anlıyoruz. Bütün münasebetler iki taraflı. Siz tek bir kişi olarak sürekli kendinize özen gösterilmesini beklerken belki aynı gün adres soran beş yüzüncü insansınız.
“Gülmesini bilmeyen dükkân açmasın” lafını ben de çok severim. Hatta birkaç suratsız esnafa hatırlatmışlığım da var ama şimdilerde biraz daha sakin düşünüyorum. Her şeyi fazla kendi perspektifimizden düşünüyor olabilir miyiz? İyi esnaf, belki de iyi müşteriyle mümkündür.
Dürüst olmak gerekirse ben 15 yıllık berberim Yılmaz hariç esnafla münasebetleri kuvvetli olan türden insanlardan değilim. Hep bir mesafem vardır. Bu mesafenin kibir olarak algılanmaması için de elimden geleni yaparım. Zaten aslında iki kişi olan bakkal kardeşleri tek kişi sanmam da o mesafenin boyutlarını anlatır. Aynı zamanda müşteri veya insan olarak benim de aymazlığımı gösterir. Bir de tabii meselelere çok boyutlu bakma mecburiyetimizi.
Bir Orhan Pamuk’un Alâaddin’i var, bir uzaktan tanıyanlarınki, bir Teşvikiyeli Ekşi Sözlük’çülerin Alâaddin’i, bir de türlü çeşitli insanla her Allah’ın günü muhatap olan Alâaddin’in ta kendisi. Ancak hepsini uç uca ekleyince insanın sırrına erebiliyoruz; belki de eremiyoruz.
Youtube’taki “Bellek Şişli” kanalında Necdet Bey ve eşiyle yapılan bir röportajın videosunu izledim bu yazıyı yazarken.
Ben Kara Kitap’ta hep Galip karakterini Orhan Pamuk gibi düşünerek okumuştum ama bu röportaj bir evreka anı yaşattı. Çünkü Necdet Bey bir gün Orhan Pamuk’un kendisini evine davet ettiğini ve röportaj yaptığını anlatıyor.
Dönüyoruz Kara Kitap’a, orada da Milliyet’te köşe yazarlığı yapan Celal Salik isimli kurgusal karakter aynısını yapar; Alâaddin’i evine davet eder ve onunla röportaj yaparak bir yazı yazar. O yazının sonunda, Celal Salik, Alâaddin’in evi terk etmeden önceki halini şöyle tarifler: “…kendi dertleriyle dünyayı fazla işgal ettiğini birden hissediveren vatandaşlarımızın kapıldığı o çaresiz ve hüzünlü sessizliğe kaptırmıştı kendini.”
Şimdilerde her yazının sonunda ben de aynı çaresiz ve hüzünlü sessizliğe kapılıyorum. Bundan sıyrılıp yayınlanması için yazıyı göndermemi sağlayan tek şey, dertlerimi şimdi ekranın karşısında bu satırları okuyan sizlerin de paylaşabileceğinize dair çocuksu inanç.
O inanca tutunarak bir yazıyı daha bitirip yolluyor; Necdet Bey ve eşine mutlu bir emeklilik hayatı diliyorum.