Bugünkü yazı aslında bu yazı olmayacaktı. Her zamanki gibi daha kavramsal başka bir yazı için masaya oturmuş ve bitirmek üzereydim. Yazıya bir ara verip sosyal medyaya baktığımda, son derece rahatsız edici bir ortamla karşılaştım.
18 yaşından küçük olduğu çok açık olan, yani yasal tanımıyla çocuk kabul edilecek bir lise öğrencisinin videosu gündem olmuştu. Videoda bir ergen, Atatürk’ün fotoğrafına karşı şuursuzca hareketlerde bulunuyordu.
Kime karşı yapılırsa yapılsın kabul edilemeyecek bir davranış işte. Bu ülkenin kurtarıcı, kurucu önderine karşı olması elbette daha acı verici ama kabul edelim ki bunu yapan bir çocuk. Lise koridorlarında böyle rezilce şeylere, akran zorbalığına filan şahit olduğumu hatırlıyorum ama konu bu değil zaten. Konu; çocuğun ismi, cismiyle, okuduğu okula kadar afişe edilerek tüm ülkenin gözünün önünde hedefe konulması.
Aklı selim olduğunu düşündüğüm bazı insanlar bile bu linç hareketinin içinde. Çocuğun tutuklanmasını isteyen hashtag de Twitter(x)’da trend topic listesinin zirvesinde. Yazıyı yazdığım saatlerde öyle bir öfke var ki, insan çocuğun bir an önce gözaltına alınıp öfkeli kalabalıklardan uzak tutulmasını isteyebilir, o derece.
Bağlamın sınırsızlığı
Böyle olayları gördükçe, çocukluğumun, ergenliğimin, ilk gençliğimin sosyal medya çağında geçmemiş olmasını bir şans olarak değerlendiriyorum.
Asla videodaki çocuk gibi aşırı hareketlerim olmadı ama kendi çapımda kendimi rezil edecek başka hareketlerin içinde yer almış olabilirim. O dönem yazdığım günlükleri, mektupları bugün yüzüm kızararak okuyorum örneğin. Kim bilir akla gelmeyen, bugün hatırlamadığım ne rezillikler yaşıyorduk ama bunlar orada o bağlamda, kendi aramızda kalıyordu. Yaptığımız yanlışlarla orantılı bedeller ödeye ödeye de öğreniyorduk.
Disiplin kuruluna verilenler, sıkı bir dayak yiyenler, okuldan atılanlar oluyordu ama bu hiçbir zaman memleket meselesi haline gelmiyordu.
O yıllarda bir çocuk olarak ders arasında kudururken yaptığımız bir hatanın bedeli, bütün ülkenin hedefine konulmak olmuyordu yani.
Oysa bugün siyasi parti genel başkanlarının dahi katıldığı linç hareketlerine dönüşebiliyor. Artık bağlamın nereye varacağı konusunda kimsenin bir fikri yok ve başka başka kutsallara dokunan her çocuğun başına gelebilir.
Hangi eğitim?
Yazı yazdığım sırada olay çok tazeydi ve bir İmam Hatip Lisesi’nde yaşandığı iddia ediliyordu. Bu tabii o okullardaki eğitimin sorgulanması için de bir vesile olmuş gibiydi.
Bu okullarda ve başkalarında verilen eğitimi her zaman tartışalım ama buradaki asıl sorunun dijital medya okuryazarlığı eğitimi olduğunu anlamazsak, başka çocuklar da başka hareketleri yüzünden aynı duruma düşebilir.
Bir başka çocuk da sözgelimi dini değerler konusunda ettiği bir laf yüzünden aynı şekilde hedefe oturabilir. Sırf şu olay yüzünden bile misilleme videolarının sosyal medyaya düşme riski var.
O zaman iki ayrı kutuptaki çocuğu birbirinden ayrı mı tutacağız? Hayır o da çocuk, bu da çocuk.
Sorun, bu çocuklara okul öncesi dönemden itibaren dijital medya okuryazarlığı eğitimi veremiyor olmakta. Bu konuda göstermelik bir seçmeli dersimiz var biliyorum ama asla yeterli olmadığını ve olmayacağını da biliyorum.
“Sadece Atatürk’e saygı duymayı öğrensin yeter” deyip geçemezsiniz, çünkü oradan patlamazsa başka bir yerden patlar yine çocukların başına patlar.
Kimse 13-14 yaşında yaptığı ve pişman olduğu bir hatanın, 20 yıl sonraki bir iş görüşmesinde dosyaya konulmasını hak etmez.
Çağımızda büyüyen bir çocuğun ardında bıraktığı dijital izlerin bu şekilde ortaya atılabileceğini hatta hayat boyu kendisini takip edebileceğini çok erken yaşlarda öğrenmesi gerekiyor.
Ellerinde taşıdıkları kameralı, internete bağlı cihazların duruma göre nasıl tehlike arz ettiğini fark etmeleri için illa böyle olaylar yaşayıp hedefe oturmaları gerekmiyor.
Hadi diyelim çocukları eğittik, ya yetişkinleri?
Çocukları eğittik diyelim. Eğitim sisteminden çoktan çıkmış, aralarında hukukçuların, doktorların, profesörlerin, gazetecilerin, sanatçıların olduğu insanları, bir çocuğu hedef göstermemek konusunda nasıl eğiteceğiz?
Konu zaten burada kilitleniyor. İnsanlar kendi alanlarının uzmanı olabilirler ama sosyal medyayı el yordamıyla öğrenmeye çalışan bir kuşağın mensubular aynı zamanda. Bir yanda bu acemilik var, diğer tarafta platformların tartışmalara katılımı artırdığı için öfkeyi öne çıkaran algoritması.
Böylece olaylar olduğundan çok daha büyük ölçeklere ulaşıyor. Eğer ulaşacağı yoksa da duruma göre bazı odaklar tarafından köpürtülüyor.
Konfor alanınızda, “ben çocukken böyle değildim, kendi çocuğumu da asla böyle yetiştirmedim, yetiştirmem” diyebilirsiniz. Konu çocuklar olduğunda kimsenin büyük konuşmasını tavsiye etmem. Çünkü sosyal medya nereden baksanız 20 yıllık mazisi olan bir kavram. Adabı, hukuku, bilinci, farkındalığı, eğitimi kervan misali yol üstünde düzülüyor, kimi nereden vuracağı hiç belli olmaz.
Çocukları öncelemek
Diğer yandan sosyal medya platformları da bu şekilde çocukların ismiyle, cismiyle hedefe oturtulduğu durumlarda daha hızlı harekete geçme kabiliyetine sahip olmalı.
Asıl sosyal medya düzenlemeleri, bazı siyasi amaçları önceleyerek değil, çocukları korumayı önceleyerek yapılabilmeli, o hattan tartışılabilmeli. Sosyal medya düzenlemeleri ne zaman gündeme gelse, konjonktüre göre fırsatçılık kabilinden koyulmuş birkaç madde öne çıkıyor ve böyle majör sorunlar kenarda kalıyor.
Herkes “üç beş takipçim var benim paylaşımımla mı linç başlayacak ya da harlanacak” diye kendini ayrı, önemsiz bir yerde tutabilir ama o devasa linç korosu tek tek böyle seslerden oluşuyor işte.
Siyaset, vatanseverlik, kırmızı çizgilerimiz gibi bahanelerle bu çizgileri aşarsak, hiçbirimizin güvende olmayacağı berbat bir ortamın taşlarını hep birlikte döşemiş oluruz.