Muazzez İlmiye Çığ dün 110 yaşında son bulan ömrünün son dönemini o kadar renkli, verimli yaşadı ki medyanın ilgisi hep üstünde oldu. Onu Ataköy’deki evinde ziyaret etmiş, kızlarıyla tanışmış, büyük hevesle yaşanan bir hayattan dört ders çıkarmıştım.

Numarayı tuşladım. Telefon üç kere çaldı, açıldı. Kalın ama yumuşak sesli kadın “Buyrun efendim” dedi. O sırada kafamdan bir dizi soru hızla geçti: 98 yaşında biriyle ne hızda ve hangi kelimelerle konuşmak gerekir? Hayatı Sümer yazıtlarını okuyarak geçmiş birini kamusal kimliğiyle değil, birey olarak tanımak ve anlatmak istediğimi söylesem buna nasıl tepki verir?

O ise hemen o ilk konuşmada nasıl bir şey yapmak istediğimi kavrayıp fazla tereddüt etmeden Vogue dergisi için röportaj teklifini kabul etti. Randevularını kaydettiği ajandasını getirmek üzere bir dakika izin istedi.

-Eveeet… Şu gün televizyon çekimim var. Salı günü falan toplantıya gidiyorum. Çarşamba günü biraz dinlenmek isterim. Peki o zaman siz Perşembe öğleden sonra saat 14.30 gibi gelin. Adresim…

Birkaç gün sonra Ataköy’de, çoğu yarım asrı devirmiş eşyalarla döşeli eski bir dairenin küçük salonunda Muazzez İlmiye Çığ’ı bekliyorum… Yaşına göre çevik sayılabilecek adımlarla odasından salona geldi. Boynunda uzunlu kısalı bir sürü kolye,  parmaklarının neredeyse hepsinde taşlı yüzükler… En fazla üç günlük manikürlü elleriyle elimi sıktı, yanaklarımdan öptü. Beni bir koltuğa buyur ettikten sonra beli ağrımasın ve daha rahat kalkabilsin diye arkasına ince bir yastık yerleştirdiği sandalyesine oturdu.

Duvarlarını resimlerin, fotoğrafların ve ödüllerin süslediği bol kitaplı salonda dört kişiyiz: Muazzez Hanım. Uzun yıllar ABD’de yaşadığı için Yuli adını kullanan büyük kızı Yülmen hanım ve diğer kızı Esin hanım ve ben…

Muazzez hanıma bu yazının odağına Sümerleri, hatta 90 yaşından sonra giriştiği aktivist hareketleri değil de uzun yaşamından süzdüğü “hayat derslerini” koymak istediğimi söylediğimde “Ne istersen sor kızım!..” dedi. Dağınık ve samimi sohbetimiz böyle başladı.

Muazzez İlmiye Çığ 20 Haziran 1914 yılında doğdu. Babası öğretmen, annesi ev hanımıydı. Birinci Dünya Savaşı’nın henüz başladığı karmakarışık bir dünyaya gelmişti ama şanslıydı. Zira “kızım olursa adını İlmiye koyacağım, ilimle uğraşsın. Fransızca dersi aldıracağım, keman çaldıracağım” diyen bir babanın kızıydı. Hakikaten, adı İlmiye oldu. On yaşındayken taşındıkları Bursa’da keman ve Fransızca dersleri de olan özel bir okulda okudu. Ardından öğretmen okulunu bitirdi. Eskişehir’e tayin oldu, öğretmenlik yaptı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk üniversitelerinden Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne Fransızca okumak üzere gitti ama bölümün dolduğunu söylediler, “Sizi Hititoloji Sümeroloji bölümüne alalım” dediler. Muazzez hanım o günleri “Okumaya o kadar hevesliydik ki ne okuyacağımız umurumuzda değildi, kaydolduk” diye hatırlıyor.

Ders 1: Hayatın karşınıza çıkardığı sürprizlere, yol ayrımlarına, karar anlarına şefkatle kucak açın. Enerjinizi hangi yolu seçeceğinize değil, seçtiğiniz yolun hakkını vermeye harcayın. Meşhur bir söz vardır, “Hangi limana gideceğini bilmeyen gemiye hiçbir rüzgardan hayır gelmez” denir ya, Muazzez hanım bu felsefeyi yeniden yorumlamış: “Rüzgarın seni nereye götüreceği belli olmaz, gittiğin limanda iyi vakit geçirmeye bak!..” Bu felsefenin yararını hayatı boyunca gördüğünü, olayları zorlamayıp değiştiremeyeceği noktada olduğu gibi kabul etmek gerektiğini anlatıyor.

Muazzez İlmiye Çığ ne olursa okurum diyerek Sümeroloji’yi bitirdikten sonra İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne tayin oldu. 1972 yılında emekli olana kadar 8 binin üstünde tableti okuyarak M.Ö. 5000- 1800 yılları arasında Mezopotamya’da (bugünkü Kuzey Irak) yaşayan Sümerlerin anlaşılmasına katkıda bulundu. Erken sayılabilecek bir yaşta, 58’inde emekli oldu. Ama emeklilik sonrası çalıştığı yıllara oranla daha aktif geçti. Tevrat, İncil ve Kuran’daki birçok meselin Sümer kaynaklarındaki kökenine dikkat çektiği kitaplarıyla, 75’inden sonra yazarlığa adım attı. ‘Vatandaşlık Tepkilerim’ adlı kitabında, kadınların baş örtme geleneğinin Sümerlere dayandığını, hatta fahişelerin diğer kadınlardan ayrılmak için başlarını örttüğünü yazdı. Bu sözleri elbette ortalığı karıştırdı ama Çığ’ın popülaritesini de hayli artırdı.

Ders 2: Aktif olun. Yazın, çizin, okuyun, gezin. Yaşınız kaç olursa olsun sosyalleşmeye devam edin. Muazzez İlmiye Çığ sağlığı elverdiği müddetçe davetlere toplantılara katıldı, konuşmalar yaptı. İşçi eylemlerine bizzat katılarak destek verdi. Bu kadar yere koştururken yorulmuyor musunuz sorusuna “Yoruluyorum ama uyuyup uyanınca dinlenmiş oluyorum” diye cevap verdi.

Albümler arasında gezinirken Muazzez hanımın erkek grupları arasında çekilmiş onlarca fotoğrafına rastlıyorum. Dikkatimi çekiyor, “Ne çok hayranınız var” diyorum. Onun yerine kızı Yülmen hanım cevap veriyor: “Annemin boyfriend’leri meşhurdur! Gittiği her yerde ilgiyi üzerine toplamayı bilir.”

Muazzez hanım ilgiden sıkılmıyor. Flörtöz denebilecek kadar sıcakkanlı olduğu her halinden belli oluyor. Ama tek başına var olmayı da beceriyor: “1983’te Kemal’i (1940’ta evlendiği Kemal Çığ) kanserden kaybettik. O zamandan beri yalnızım. Yanımda bir erkek olmadan da, eskiden nasıl yaşadıysam yine öyle yaşadım. Elbette kocamın yasını tuttum ama sonrasında sosyal hayatıma devam ettim. Gencecik kadınlar görüyorum, yanlarında bir erkek yok diye bunalımdalar. Yapmasınlar. Önce kendileri var olsunlar.”

Ders 3: Hayatınızın ancak bir erkekle, bir kadınla, bir çocukla, biriyle ya da bir şeyle tamamlanacağına inanmaktan vazgeçin. Tek başına var olabilen insanın etrafı zaten kendiliğinden çoğalır.

İkram ettikleri Ahududu likörü bitti, hava karardı. Veda vakti geldi. Muazzez hanım bütün sohbetimiz boyunca o kadar iyimser bir tablo çizdi ki sonunda sormadan edemedim: “İçinde dert, acı olmayan bir hayat derinlikten yoksun kalmaz mı? Hiç mi of demediniz. Hiç mi yaşama sevincinizi kaybetmediniz?” Çok sahici bir ses tonuyla “Olmaz mı kızım” diye cevap verdi. Sonra en tatlı haliyle tekrar gülümsedi: “Ama üstünde durmuyorum. Üstünü çiziveriyorum!”

Ders 4: Mutsuzluklar, başarısızlıklar çöp sepetine. Size iyi gelen ne varsa baş köşeye

Bu yazıyı Vogue Türkiye Şubat 2012 sayısında yayımlanan röportajımdan derledim. Fotoğraf için Emel Ernalbant’a teşekkürler.