7 aylık bebeğimi mama sandalyesine oturtup yüzü duşa dönük olacak şekilde banyonun ortasına getirdim. Önüne oyalanabileceği bir iki oyuncak, taneli meyvelerin boğazına takılma ihtimalini hesap ederek yumuşak muz parçaları koydum. Duşa girdim, perdeyi çektim, suyu açtım. Sessizce ağlamaya başladım.
Oğlum mızmızlanmaya başlayınca gülerek perdeyi açıp “ce-ee” yapıyor, kapatıp tekrar ağlıyordum. Uykusuzluk, dengemi bozan hormonlar, yurtdışında aile desteğinden yoksun olmanın getirdiği yalnızlık ve kaçınılmaz son. Doğum sonrası depresyon.
Taze anneliğin zorlukları deyince benim aklıma hemen geliveren hikaye bu. Bir tane daha anlatayım mı…
Sanırım bir yaş civarındaydı. Sabah öyle güzel uyandım ki gece bir peri gelip sihirli değneğini mi değdirdi diye düşündüm. Kalktım kuş gibi hafif evde dolandım. Neden sonra farkına vardım, bir yıldır ilk kez altı saat kesintisiz uyumuştum. Beni en çok zorlayanın uykusuzluk olduğunu o zaman çok daha net fark ettim.
Dedim size annelik hikayeleri anlat anlat bitmez diye ama benimkiler burada bitsin.
Kadın dayanışmasını yücelten film: Lohusa
Tecrübe layığıyla aktarılabilir mi emin değilim. Ama aynı zamanlarda doğum yapmış annelerin birbirini çok iyi anladığından eminim.
Gupse Özay’ın iki gün önce gösterime giren ‘Lohusa’ filmini sırf bu konuyu gündeme getirdiği için daha izlemeden sevdim. İzleyince daha da sevdim. Gerçekçi, duyarlı, kadın dayanışmasını yücelten bir film.
Film daha ilk sahnelerden sizi yakalıyor. Burcu (Gupse Özay) uzun uzun sancı çekiyor ama doğum bir türlü gerçekleşmeyince acilen sezaryene alınıyor. Sonuçta anne de bebek de sağlıklı. Ama Burcu’yu yiyip bitiren bir mesele var. “Beceremedim, başaramadım, bir normal doğuramadım” deyip duruyor. Bazılarına “komedi” gibi gelebilir ama doğallığın öne çıktığı bu dönemde ne kadar çok kadın sezaryenle doğurduğu için anneliğe bu yetersizlik duygusuyla başlıyor bir bilseniz.
Burcu’nun hikayesini sinemada izleyin. Hamilelere güzel bir hazırlık, lohusalara moral, çocuğunu büyütmüş annelere tatlı bir nostalji olur.
Ben de çevremdeki annelere sordum: Anne olmadan önce neyi bilmek isterdiniz? Yeni anne olduğunuz günlerdeki kendinize ne derdiniz? Samimiyetle anlattılar.
Hijyen takıntısı canıma okudu
Henüz mikroplarla tanışmamış narin bebekleri dünyaya yavaş yavaş hazırlamak önemli. Bu yüzden birçok anne temizlik konusunu önemser. Neval biraz fazla önemsemiş!
“Hijyen meselesine acayip kafayı takmıştım” diye anlatıyor: “Biberonları çok sıcak suyla yıkamak bile yeterli olabilecekken yurtdışından bir hijyen aleti getirttim. Hepsini orada yıkıyordum. Ama o da yetmedi, bir damla su kalıyor diye huzursuz oldum, bir de onları kurutan hijyen makinesi getirttim. O konuyla kendimi yiyip bitirmemiş olmayı isterdim.”
İşte bunlar hep kaygı ama kaygı da anneliğin göbek adı.
Gülsüm de kaygı yüzünden anneliğin tadını yeterince çıkaramadığını düşünenlerden. “Hiç bilmediğim bir dünyaya adım atsam da bebeğime yetebilecek gücün bende olduğunu bilmek isterdim” diyor.
Yeni anne Gülsüm’e de söyleyecek sözüm var: “Tek zorlanan anne sen değilsin, tek ağlayan ve uyumayan senin bebeğin değil.”
Kulağa çok basit geliyor ama nasıl oluyorsa oluyor, anne herkesin becerdiğini bir tek kendinin beceremediğini düşünüyor. Belki de yeterince konuşulup paylaşılmadığı için.
Aile büyükleri işe karışınca
Çocuklarını çoktan büyütmüş Zeynep “Aile büyüklerini bu kadar işine karıştırma, onların kaygılarını kendine bulaştırma” demek istermiş: “Kayınvalidem çok stres yapıyordu. Bu gece nasıl olacak, cenge hazır mısın” gibi sözlerle beni de strese sokuyordu. Bir de gündüz zorla beni uyutmaya çalışıyordu, uyuyamıyordum, bu sefer daha beter stres oluyordum.”
Bütün yeni annelere bir mesajı var: “Evet bir sürü şeyin sonu geldi, ama bir sürü yeni ve güzel şey de ufukta.”
Aile büyükleri meselesi önemli. Onlarla zor olabiliyor ama onlarsız daha da zor oluyor. Büyüklerde tecrübe var ama bazı bilgiler de eskiyor. Mine anlatıyor: “Annem bebeğin altını değiştirirken pişik olmasın diye pudra döktü. Halbuki pudranın çok zararlı olduğu bebeklerin hassas ciğerlerine zarar verdiği artık biliniyor. Bunu anneme söylediğimde bana çok bozuldu, küstü. Annem sonuçta barıştık ama lohusalıkta bunlar çok fazla geliyor.”
Kabul etmek lazım, lohusalıkta insan herkese sinir oluyor.
Gözün her an üstünde olacak
Bir tatsızlık olabilir diye ölesiye kaygılanan anneler, bir tatsızlık olunca ölesiye suçluluk duyuyor. Merve’nin hikayesi tam da bunu anlatıyor: “Doğa 10 aylık var yok, hatta daha da küçük. Çok erken sıralamaya başlamıştı. Ona sürekli alan açayım diye uğraşıyordum. Etrafını boşaltıyor, tehlikeli nesneleri uzaklaştırıyordum. Böylece güvenli bir alanda rahat bırakıyordum da. Daha ilk kez gözümü birkaç saniye ayırdığım zamanlardı ve o arada televizyon ünitesinin duvara sabit suntasından bir parça kopardı ve ağzına attı. Öksürmeye başladı ve muhtemelen o parçayı da çıkardı. Ben kendimi o kadar suçlu hissettim ki… Saatlerce boğulma ile ilgili bilgilere baktım. Ya çıkarmadıysa, ya ciğerine kaçtıysa… Sonra hüngür hüngür ağladım, kendimi o kadar çok suçladım ki. Doktor arkadaşımı aradım. Çok şaşırdı halime. Ben ise ‘artık gözümü bir saniye bile ayıramam’ diye dövünüyordum. Sonra bir arkadaşım beni kendime getirdi. Başka bir boyutta bir kriz geçirdim ve geri geldim.”
Annelik yalnızca fiziki yorgunluk ve uykusuzlukla değil yarattığı karmaşık ve yabancı duygularla da yıpratıcı. Bir anda bütün ışıkların söndüğünü düşünün. Ne yapacağınızı şaşırırsınız, yolunuzu el yordamıyla bulursunuz. Sonra gözünüz de alışır ve her şey kolaylaşır.
Annelik sana fazla gelmiş olabilir
Merve 2,5 yıl öncesine dönüp kendine şöyle demek istermiş: “Anne olmak sana çok fazla gelmiş olabilir. Buna hazır olmayabilirsin. Daha kendi annenle barışmamış bile olabilirsin. Kaybetmekten korkuyor olabilirsin. Anneliği bir coşkuyla karşılamak yerine tersine kıstırıldığını, hapsedildiğini hissetmen, eski hayatını özlemen çok normal. Tanıdıkça daha çok seveceksin, iletişim kurdukça bağlanacaksın. Ben kötü bir anne miyim, benden anne olmaz… Bu girdaba kapılma, bu sen değilsin, senin farklı duygularının savaşı.”
Bebek süt peşinde
Emzirmeyle ilgili mit’ler de anneliğin bir başka karanlık yüzü. Filmlerde tasvir edilen “bebeğini mutlulukla emziren anne miti”nden bahsediyorum. Emzirmek öğrenilen bir şey. Hem anne hem bebek öğreniyor.
Şebnem bu sürecin kendisi için nasıl sancılı olduğunu anlatıyor: “Bebeğim ilk bir haftayı enfeksiyon şüphesiyle yoğun bakımda geçirdi, ben ise sezaryen olmuştum ve yataktan bile zor kalkıyordum. Ama onu anne sütüyle beslemeyi kafaya takmıştım. Her gece hastanedeki odadan yoğun bakıma kadar yaklaşık 500 metre filan yürüyor, olmayan sütü bebeğe vermeye çalışıyordum. Çünkü hemen emzirmezsen sütün kaçar diye duymuştum. O bir hafta çok zor geçti, sonrasında da eve emzirme konusunda eğitim veren bir hemşire geldi. Bayağı emzirme dersi aldım yani. Öyle kendiliğinden olan bir şey değilmiş, onu öğrendim. O günkü kendime ‘Elinden geleni yapıyorsun ama emziremezsen ve çocuğu mamayla büyütürsen dünyanın en kötü annesi ilan edilmeyeceksin’ demek isterdim.”
Lohusayken emzirme ve bakım verme gibi konularda kimi sağlıkçıların bile “Annesin sen, içgüdüsel olarak yapman lazım/katlanman lazım” dediğini düşününce Şebnem’in çektiği sıkıntıyı daha iyi anlamak mümkün.
Üç aylar ritüeli
Çocuğu üç yaşına gelen İpek’ten de bir öneri var…
“Bence ‘Üç aylar’ diye bir doğum sonrası ritüeli olmalı” diyor: “Bir kadının doğum yaptıktan sonraki ilk üç ayında tüm destek faktörleri ibadet edercesine yeni anneye destek olmalı. Anne de değişen kimliği, vücudu, uykusuzluğu, kaygıları ve yorgunluğuna nefes aldırıp geleceğin güzel ışığını görebilimeli.”
Eskiden kırkın çıkması beklenirmiş. Modern hayatın aileleri küçültüp kadının üzerindeki yükü büyüttüğü düşünülünce hiç fena fikir değil.
Bilmem “Amma da abarttın, ne de dramatize ettin” diyor musunuz? Sonuçta her gün milyonlarca kadının doğuruyor. Ama anneliğin ‘sıradan’ olması mucizevi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çoğu zaman dile getirilmese de bu dönem kadınlar için karmaşık duygu ve deneyimlerle dolu, üstelik bir kısmı da yepyeni.
Neyse ki artık daha fazla yüksek sesle konuşuluyor.