Sevdiğim bir dizi var: Hacks. Hacks ünlü bir komedyen ve ona şaka yazan yazar etrafında şekilleniyor. Hetero komedyen kadın “boomer” neslinden, biseksüel yazar kadın ise Gen Z. Bu nesil farklılığı güzel malzemeler sunuyor. Yazar komedyeni ‘body shaming’den cinselliğe pekçok konuda eğitiyor, komedyen ise yazarın “woke” görüşlerinin barındırdığı bir takım ikiyüzlülükleri yüzüne vuruyor.
Bayıldığım matrak bir bölümde, genç yazar bir geceliğine beraber olacağı kadınla karşılıklı yanlış varsayımları yüzünden sevişemiyor ve sonunda “etik tüketim çok zor“ diye bağırıyor. Haklı, hakikaten etik tüketim çok zor.
Ne kadar zor olduğunu bir gazetede Bulgari CEO’sunun Bodrum’da Cennet Koyu’nda yapacakları oteli tanıttığı röportajı okuyunca bir kez daha düşündüm. Bu gazeteyi okumak istiyorum, ama o otelin yapılmasını etik bulmuyorum. Dolayısıyla gazetede tam sayfa tanıtım gibi yer verilmesi beni rahatsız ediyor. Başlığa da taşınan “Endişeleri anlıyorum ama Bulgari Hotel Bodrum’un en yeşil tesisi olacak” cümlesini zekamızla alay etmek olarak görüyorum.
“Otele de gitmeyiverirsin o zaman” demeyin, benim gitmeyeceğim baştan belli, ayrıca marka zaten benim gibileri hedeflemiyor. Benim açımdan etik tüketime giren konu esasen bu gazeteyi okuyup okumamak. Ne de olsa bilgi vermekle meşrulaştırmak arasında bir bağ var. Öte yandan ben de, pek çoğumuz gibi, ne kadar arzu etsem de, her konuda yüzde yüz etik tüketim yapamıyorum. Ayrıca gazetede sevdiğim yazarlar da var. Hoşgeldin ahlaki muğlaklık!
Ahlaki muğlaklık bir şeyin doğru veya yanlış olduğu hakkında kesinlik olmaması demek. Bazı durumlarda veya konularda değerler ve prensipler çarpışır, çakışır, ortaya ahlaki ikilemler çıkar. Çağımızda bu ikilemler istisna değil neredeyse kaide haline geldi. Sosyal medya bu ikilemleri su yüzüne çıkartmakta çok mahir, ayrıca safsatanın yayılması konusunda çok etkin. Dolayısıyla tam bir konuda görüş oluşturmaya çalışıyoruz, içimize kurt düşüyor: Bir şey çok mu methedilmiş, mutlaka bu işte bir bit yeniği vardır ya da birileri kazanç sağlamaya çalışıyordur. Anlaşarak ayrıldık mı denmiş, muhakkak kavga gürültü ihanet söz konusudur. Okuduğumuza inanamaz haldeyiz, ne söylendiği kadar kimin söylediğine bakar olduk, şüphe içindeyiz. Şüphecilik çağına denk gelmesi ahlaki muğlaklığı bela seviyesine taşıyor. Çünkü en kötüsü oluyor, görüş oluşturamayınca kayıtsız kalıyoruz.
Ya da tam tersi karşımızdakilerin kayıtsızlığından çaresizliğe düşüyoruz. Gelin iş dünyasından bir örnek duruma bakalım. Eco-Business’ta Mayıs ayında yayınlanan bir habere göre şirketlerde CSO’lar, yani sürdürülebilirlik konusundan sorumlu en tepe yöneticiler işlerinin sürdürülebilir olmadığını düşünmeye başlamış. Bir nevi tükenmişlik sendromu yaşıyorlar. Çünkü bu konu üstünde çalışan yöneticilere patronlar yeterli zaman, dikkat ve kaynak ayırmıyor. Sürdürülebilirlik konusunda liderliğe soyunan ve gerçekten fark yaratabilecek donanımdaki bir insanın tükenmişlikle yüz yüze geldiğinde ahlaken muğlak bir alana girdiğini hayal etmek zor değil.
Kolay cevaplar, hazır çözümler yok. Bu yokluğu belki de en derinden hisseden yazarlardan Nobel ödüllü Kazuo Ishiguro’yu okumanın tam zamanı.
Değişen Dünyada Bir Sanatçı
Nedense Ishiguro’nun bu romanı diğerleri kadar ünlü değil. Ama bence bir mücevher. Romanla ilgili Ishiguro şunları söylemiş: “Bu roman İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki ve sonraki Japonya’da geçse de romanda yaşadığım dönemin İngiltere’sinin etkisi çok: İnsanların üstündeki politik taraf olma baskısı, katı kesinlikler, sinsi saldırganlıklar, politik değişim dönemlerinde sanatçının rolü üzerine kafa yormalar… Kişisel olarak bense o dönemde gündelik dogmatik görüşlerin dışına çıkmanın zorluğunu idrak ediyordum. Ayrıca insanın tüm iyi niyetine rağmen, yanlış, utanç verici hatta kötücül tarafı desteklemiş olduğunu, hatta en güzel çağlarını ve yeteneklerini bu uğurda boşa harcadığını zamanın ve tarihin gösterebileceğinden korkuyordum.”
Beni Asla Bırakma
Kitabı henüz okumamış şanslı okuyucular için fazla bilgi vererek onları bekleyen muhteşem deneyimi bozmak istemiyorum. İnsanlığın kendi refahı için görmezden geldiği kötülükler bir yandan, büyümek, aşık olmak, sevişmek gibi insanı insan yapan her şeyin güzelliği diğer yandan… Nasıl aynı varlık hem bu kadar iyi hem bu kadar kötü olabiliyor? Acaba bunu anlamadan geçip gidecek miyiz bu dünyadan? Gerçek bir başyapıt. Margaret Atwood’un da favori Ishiguro romanı buymuş.
Klara ve Güneş
Ishiguro’nun baş kahramanı bir android olan son romanı usanmadan soruyor: İnsan olmak ne demek? Android Klara gözlemlerini tarafsızca aktarırken onun gözünden bakarak, biz de insanlığımızı, tüm ahlaki muğlaklığıyla, yeni baştan görüyoruz. Roman inanmaya olan ihtiyacımız ve din üzerine beni çok düşündürdü.
Muğlak olmayan bir husus var: O da Ishiguro ile aynı çağda yaşadığımız için şanslı olduğumuz.