Paul Auster’in Türkiye’de ne denli sevilen bir yazar olduğunu ölümünün ardından yazılan yazıların, atılan tweetlerin, story’lerin çeşitliliğinden bir kez daha anladım. Serbestiyet’in New York Times’tan çevirerek yayınladığı makale Auster’in güzellikler kadar trajedilerle dolu hayatına güzel bir pencere açıyor ve yazarlığının başlangıcıyla ilgili bir hikayeye değiniyor: “Auster’e göre yazarlık hayatı sekiz yaşındayken beyzbol kahramanı Willie Mays’ten imza almayı kaçırmasıyla başladı. Çünkü ne kendisi ne de ailesi maça kalem götürmüştü. O günden sonra her yere kalemle gitti. 1995’te cebinizde bir kalem taşıyorsanız günün birinde onu kullanmaya başlamak için can atma ihtimaliniz yüksektir, diye yazmıştı.”
Auster’in son romanı Baumgartner’ı okuyup çok etkilendim, 10Haber’de de yazdım ve romanı bitirince söyleşilerini araştırıp dinledim. Bu kalem hikayesini tatlı tatlı anlattığı bir söyleşide bu hikayenin başı kadar en sonunun da çok güzel olduğunu keşfettim. Paylaşarak Auster’e veda etmek istedim:
“1954’te 7,5 yaşındayken bir gün hastalandım ve okula gitmedim. Dünya Serisi’nin ilk maçı televizyondan veriliyordu. Willie Mays’in beyzbol tarihine geçen oyununu seyrettim. Mays benim için bir kahraman haline geldi. 1955’te, bir sonraki sene annemlerin bir arkadaşı sayesinde Willie Mays’in bir maçına gittim. Çıkışta 24 yaşındaki Mays’i gördüm. Hemen yanına gittim, imza istedim. ‘Kalemin var mı’ dedi. Bende yoktu, annemde, babamda, etraftaki kimsede yoktu. Mays de ‘Kusura bakma kalem yoksa imza yok’ deyip gitti. Çok üzüldüm, arabada ağladım. Benim için büyük bir andı. O günden sonra yanımda hep kalem taşıdım, hazırlıklı olmak adına. Bu şekilde yazar oldum.
Başlardan itibaren hep roman yazmaya çalıştım. Bir sürü romana başlayıp bitiremedim. Yüzlerce sayfa yazdım, bu dönem çıraklığımdı. Yazdığım hiçbir şey basılmadı. Gerçi buralardaki bazı fikirleri ilerideki eserlerimde kullandım. Anlayacağınız benim için yazarlık yavaş gelişti.
Hala yavaş yazıyorum. Bir sayfa yazmışsam o güne iyi gün derim. İki sayfa yazdıysam harika. Üç sayfa bir mucize. Bir paragrafı 10-15 kere baştan yazarım. Cümleleri düzeltirim, düzeltirim, ritimlerini duymaya çalışırım, ta ki müzik gibi, tamamen çabasız ve akışkan olana dek, yansıtmak istediğim enerjiye kavuşana dek. Yazarlık işi budur. Zor olanı kolay gibi göstermektir.
Bütün gün bir odaya kapanıp tek başına yazarak bir ömrü geçirmek düşününce çok garip bir şey. Bu işte her an yüzde yüzünü vermen gerekiyor. Azami çaba göstermeden sanatçı olunamaz. Bazen bir gün biter, hiçbir şey yapmamış olurum, her yazdığımı çöpe atarım ama şunu bilirim, maksimum eforumu verdim. Bunun tatmini bambaşka.
Hikayeler anlatabilenlerin başına gelir. Çoğu insan hiçbir şeye dikkat etmeden hayattan geçip gider. Ama dikkat etmeye başlayınca ilginç ve sıradışı şeylere rastlarsınız. Yazarın işi budur.
Birkaç yıl önce Florida’ya bir festivale gittik. Yazar Amy Tan da oradaydı. Meğer Amy’nin bir arkadaşı San Fransisco’da Willy Mays’in komşusuymuş. Amy onlara ‘Gidin Willy Mays’e ve Paul’ün kalem hikayesini okutun’ dedi (Paul Auster 1995’te New Yorker’da yayımlanan ‘Neden yazmak?’ makalesinde bu hikayeyi anlatıyor).
Amy’nin arkadaşlarının anlattığına göre Mays hikayeyi dinlerken ağlamış. Ve “52 yıl, 52 yıl” deyip durmuş. Bir beyzbol topu bulup imzalamış ve Amy aracılığıyla top Auster’e ulaşmış.
Auster diyor ki “Artık imzanın benim için önemi yoktu, ama dairenin bu şekilde tamamlanmış olması ve Mays’in bundan çok etkilenmesi beni de duygulandırdı. Bazen hikayenin sonunu bulmak için çok beklemek gerekir ve bu seferkinin mutlu bir sonu vardı.”
Dikkat etmeyi bilerek, hayatın içinden hikayeleri çekip çıkararak, hikayenin müziğini arayarak geçen bir hayat, çok sevilen eserler… Auster’ın kendi hikayesi de güzel bitti diyebilir miyiz?