Bir Cannes Film Festivali daha sona erdi. Bu yazıyı uçakta yazıyorum. 2024 yılını birçok ünlü ismin kırmızı halıda yürüdüğü, çok renkli, ancak film kalitesi açısından oldukça zayıf bir festival olarak anımsayacağız.
Yarışmada yer alan, ancak gösterildikleri günden itibaren kimsenin üzerinde konuşmak istemediği bazı filmler vardı. Paolo Sorrentino’nun yönettiği ‘Parthenope’, Paul Schrader imzalı, başrolünde Richard Gere’in olduğu ‘Oh Canada’ ve David Cronenberg’in ‘The Shroud’ adlı filmlerinin sadece isimlerini vermekle yetinmek yeterli olur sanıyorum.
Rasoulof’a ödül verildi ama…
Büyük Ödül Altın Palmiye’yi kazanan ‘Anora‘ hakkında daha önce yazmıştım. Ancak dün akşamki ödül töreninde gecenin en çok alkışlanan filmi Jüri Ödülü’ne layık görülen Mohammad Rasoulof’un yönettiği ‘Kutsal İncirin Çekirdeği‘ idi. Aslında Jüri Ödülü ne büyük ödül Altın Palmiye, ne de ikincilik anlamındaki Jüri Büyük Ödülü (Grand Prix). Sıradan bir mansiyon. Burada jüri üyeleri ile izleyicilerin / eleştirmenlerin filmi kesin olarak farklı değerlendirdikleri ortaya çıkıyor.
Kadın filmi, büyük yapımların arasından sıyrılarak ödüle uzandı
Jüri Büyük Ödülü’ne layık görülen Payal Kapadia’nın yönettiği ‘All We Imagine As Light / Işık Olarak Hayal Ettiğimiz Her Şey’ festivalin son günü gösterilen küçük bütçeli bir Hint filmiydi. Büyük bir sinema endüstrisine sahip Hindistan nedense Cannes Film Festivali’ne biraz uzak düşüyor. En son 1994 yılında bir Hint filminin yarışmaya seçilmiş olması bunun kanıtı. ‘Işık Olarak Hayal Ettiğimiz Her Şey’ tam bir kadın filmi. Yönetmeni ve iki başrol oyuncusu da kadın. Film Mumbai’de aynı hastanede çalışan iki hemşirenin hikayesini anlatıyor. Biri genç, hayat dolu, diğeri orta yaşlı. Aslında kişilikleri çok farklı, ancak aynı evi paylaşıyorlar ve yaşlı olanı genç hemşireye biraz da annelik yapıyor.
Genç hemşirenin Müslüman bir sevgilisi var ve bu hastanede hiç hoş karşılanmıyor. Ancak kız başına buyruk. Sevgilisinin evine girebilmek için kara çarşafa bürünmeyi bile göze alıyor. Farklılıklardan haz etmemek dünyanın her ülkesinin ortak sorunu herhalde. ‘Işık Olarak Hayal Ettiğimiz Her Şey’ Hindistan’da kadın olmanın diğer Doğu ülkelerinden çok farklı olmadığını bize gösteriyor. Orta yaşlı hemşire ailesinin isteği ile bir adamla evlenmiş, (evlendirilmiş demek daha doğru) adam kısa bir süre sonra Almanya’ya çalışmaya gitmiş. Önceleri haftada bir telefonla konuşuyorlarmış, sonra adam aramaz olmuş. Hemşiremiz “İnsan yurtdışına gidince ya aklını kaybeder, ya da hafızasını” diyor. 60 yıldır Türkiye’den Almanya’ya çalışmaya giden erkeklerle ilgili hikayeleri anımsıyor insan.
Hindistan’da da çok katlı binalar yapmaya meraklı girişimcilerin olduğunu öğreniyoruz. Yıllardır aynı evlerde oturan ama tapusu olmayan insanları zorla evlerinden çıkartıyorlar. Bir kadın “Dev kuleler yapıyorlar ve göğe ulaşıp tanrının yerine geçeceklerini sanıyorlar” diye dert yanıyor. Bu da bize çok tanıdık değil mi? Evleri ellerinden alınan kadınlar örgütleniyorlar, ancak bir faydası olmuyor. Sonunda lüks konut reklamının yer aldığı ışıklı panoya taş atmaktan başka yapacak bir şey kalmıyor.
Zaman zaman bir belgeselmiş izlenimini uyandıran, gece çekimleri ve yakın planlardan oluşan, Mumbai’yi bir rüya kenti gibi gösteren bu küçük ama gerçekçi filmin bol para harcanmış büyük yapımların arasından sıyrılarak ödül alması çok iyi olmuş. İzlenmeli.
Oliver Stone’dan bu sefer ‘Lula’ ile Cannes’daydı
Festivalde izlediğim ancak yazmaya zaman bulamadığım bazı filmlerden de söz etmek istiyorum. Cannes Film Festivali’nde bütün gösterimlerin dolduğu ve insanların yer bulamadığı bilinir. Her zaman öyle olmuyor. İzlediğim bir filmde 500 koltuklu salonda 70-80 kişiydik. Oliver Stone ve Robert S. Wilson’un halen Brezilya Cumhurbaşkanı olan Lula’yı anlattıkları belgesel pek ilgi çekmedi. Oysa Güney Amerika’da neler olduğu ile ilgili çok önemli bir filmdi.
Bir işçi ailesinin çocuğu olarak politikaya atılan, 2003-2011 arasında da cumhurbaşkanı olan, döneminde gerçekleştirdiği reformlarla milyonlarca insanı açlık ve sefaletten kurtaran bir politikacının hikayesi izlediğimiz. Lula 2018 yılında yine adayken Sergio Moto adlı hakim tarafından mahkum ediliyor ve seçimlere katılamıyor. Sergio Moto da yeni kurulan sağcı hükümette adalet bakanı oluyor. Bir bilgisayar korsanının davanın düzmece olduğunu ortaya çıkarması ile Lula 580 gün hapis yattıktan sonra tahliye ediliyor. 2022 yılında tekrar aday oluyor ve seçimi kıl payı kazanıyor. ‘Lula’ bizim gibi ülkeleri çok ilgilendiren önemli bir film.
Üstünde pek konuşulmayan bir başka yarışma filmi Romanya yapımı, Emanuel Parvu’nun yönettiği ‘Three Kilometers To The End Of The World / Dünyanın Sonuna Üç Kilometre’ idi. Homofobik bir ülkede küçük bir yerleşim yerinde 17 yaşında bir gencin eşcinsel olduğu ortaya çıkarsa ne olur? Çok şey olur. Turistik bir belde olduğu için eşcinsellere hoşgörü ile bakıldığı duyulursa ve oraya akın başlarsa sokaklarda sevişirler, uyuşturucu kullanırlar, huzur bozulur. Ne yapmalı? Papaz çağrılır, şeytan çıkartmaya benzer dini bir tören ile gencin eşcinselliği tedavi edilmeye çalışılır (Bu sahnenin festivalde izlediğim en komik sahne olduğunu söylemeliyim). Tuhaf işler. Fransa başbakanı eşcinsel. Sevgilisi de bakan oldu. Ülke batmıyor, sorun çıkmıyor. Fransızlar bu filme “Fransız kalmış” olabilir.
Hazanavicius’tan dokunaklı bir savaş draması
Festivalin son günü gösterilen Michel Hazanavicius’un yönettiği canlandırma filmi ‘The Most Precious Of Cargoes / En Kıymetli Kargo’ dokunaklı bir 2. Dünya Savaşı hikayesi. Auschwitz’e giden bir trende çaresiz kalan baba bebeğini “Belki biri bulur” umuduyla trenden atıyor. Ağlama sesini duyan bir kadın bebeği evlat ediniyor. Melodramdan uzak duran çok iyi bir senaryo, izlenmesi gereken bir film.