Fransa’ya gidiyoruz, Cannes Film Festivali’ne. Nice havaalanında pasaport kontrolu sırasında sıkıntı çekebiliriz. Artık hangi ülkeye gitseniz sınırda “Neden geldin? Kaç gün kalacaksın? Kim davet etti? Otelin var mı? Dönüş biletini gösterir misin?” gibi ahiret sorularıyla karşılaşıyoruz. Sakin olmak gerekiyor. Avrupa’yı geçtim, Hindistan’a vize alırken de büyükelçilikte belgelerime inanmadılar ve hiç üşenmeden Hindistan’daki festivalin yöneticilerini arayıp davet mektubunun gerçek olup olmadığını sordular. Belki en iyisi en azından bir süre için Türkiye’den dışarı çıkmamak.
Meryl Streep bekleniyor
Neyse, biz Cannes Film Festivali’ne dönelim. Yarın başlayacak festival yeni kuşak Fransız yönetmenlerden Quentin Dupieux’nün yönettiği, geniş kitleleri mutlu etmesi beklenen ve sinema üstüne gerçeküstü bir komedi olduğu açıklanan ‘The Second Act’ filmiyle açılacak. Ancak burada önemli bir ayrıntı var. Festivalin kurallarına göre açılış filminin aynı gün Fransa’da sinemalarda ticari gösterime girmesi gerekiyor. Bu koşulu da ancak bir Hollywood filmi ya da bir Fransız filmi yerine getirebiliyor.
Festival yöneticileri yaptıkları açıklamada kendilerine bir uluslararası film teklifinin gelmediğini belirtmiş. Fransa bir film ülkesi ve Cannes Film Festivali’nin açılış filminin aynı gün gösterime girmesi de sinemalara destek açısından önemli tabii. Aslında yarışma dışı gösterilecek olan açılış filminin nasıl seçildiği ve kalitesi de pek önemli değil. Herkesin gözü kırmızı halıda yürüyüp festivalin açılışını yapacak olan onur konuğu Meryl Streep’te olacak.
Akın var Cannes’a akın
Genelde dünyadaki önemli festivaller konuşulurken hep “Berlin ve Cannes” diye söze başlanır. Oysa iki festival arasında önemli farklar var. Berlin satılan biletlerle 350 bin izleyiciye ulaşan bir halk festivali. Cannes ise daha çok akredite olan profesyonellere yönelik bir etkinlik. Her iki festivalde de bir ‘film pazarı’ olması belki tek ortak nokta. Bu yıl festivale katılmak için 120 ülkeden 14 bin sinemacı başvurmuş. Geçen yıla göre % 20’lik bir artış söz konusu. Bu da gösterimlere davetiye bulmanın daha da zorlaşacağı anlamına geliyor.
“Hadi Cannes’a gidelim de birkaç film izleyelim” diyerek yola çıkamazsınız. Zaten yaka kartınız olsa bile her gösterime davetiye bulmak mümkün değildir. Bazen davetiyeniz olmasına karşın salona giremezsiniz ve derdinizi de kimseye anlatamazsınız. Ancak davetiyeniz varken bir gösterimi kaçırırsanız hemen cezalı duruma düşersiniz. Bunu bilen Fransız sinemaseverler smokin ve papyonları ile Festival Sarayı’nın önünde kediler gibi bekleşirler ve ellerinde “Davetiye Lütfen” yazan pankartlarla şanslarını denerler, çoğu zaman da elleri boş dönerler.
Festivale bu yıl iki binden fazla filmin başvurduğu açıklandı. Kaç tanesinin sonuna kadar izlendiğini çok merak ediyorum. Bu yıl o kadar çok ünlü yönetmen ve oyuncu festival seçkisinde yer alıyor ki kimsenin tanımadığı isimsiz bir yönetmenin filmiyle büyük olasılıkla pek ilgilenen olmamıştır. Festival programında bol miktarda Fransız filmi var. Cannes “yabancı konukların da katılabildiği bir Fransız festivali” olduğundan bunu doğal karşılamak gerek. Eskiden bu konuya çok kafayı takıyordum, artık bıraktım. Almanlar da 11 ortak yapım bir filmin festivalde gösterilmesinden çok mutlular. Ne de olsa sinemaya büyük parasal destek sağlıyorlar, beklentileri var.
Bak şu İran’ın yaptığına
Hiç İran’a gittiniz mi? Ben pandemiden önce bir kez gittim ve Fajr Film Festivali’nde jüri üyesi olarak görev yaptım. Dördüncü günün sonunda film izlemeyi bitirdik ve kararımızı verdik. Ben Türkiye’ye dönmek istedim, ancak ödül törenine katılmamı rica ettiler. Törene de daha dört gün olduğundan Tahran’daki bütün müzeleri gezme şansım oldu. İran binlerce yıllık kültüre sahip bir ülke. Sinema konusunda da çok başarılılar. Tahran Film Müzesi’nde 100 yıllık birikimlerine tanık oldum. İran 1979 yılından bu yana mollalar tarafından yönetiliyor. Ülkenin adı da İran İslam Cumhuriyeti olarak değişti.
Bu girişten sonra sözü Mohammad Rasoulof’a getireceğim. Rasoulof önemli bir yönetmen. ‘Şeytan Yoktur’ adlı filmi 2020 yılında Berlin’de Altın Ayı’yı kazanmıştı. İranlı yetkililer o zaman ödülünü almak üzere Almanya’ya gitmesine izin vermemişlerdi. Önce yönetmenin son filmi ‘The Seed of the Sacred Fig’in (Kutsal İncirin Çekirdeği) Cannes’da Altın Palmiye yarışmasına seçildiği haberi geldi. Arkasından filmin yapımcısı ve oyuncularına baskı yapıldığını, filmi yarışmadan çekmesi için yönetmenle konuşmalarının istendiğini öğrendik. Rasoulof saklandığı için güvenlik güçleri güçlerini önce film ekibi üstünde denemiş olmalı.
Rasoulof’un suçu büyük. 2022 yılının temmuz ayında Abadan kentinde çöken bir bina nedeniyle yapılan protesto gösterilerinde güvenlik güçlerinin şiddet kullanmamasını isteyen bir açıklama yapınca tutuklanmış, sağlık sorunları nedeniyle Şubat 2023’de salıverilmiş. “Daha neler göreceğiz?” diye düşünürken Rasoulof’un sekiz yıl hapis cezasına mahkum olduğu haberi geldi. Ayrıca kırbaçlama, para cezası ve malına, mülküne ve tüm birikimlerine el konmasına da karar verilmiş. Bu sonuncusu her halde Ortaçağ’dan kalan talan kültürünün günümüzdeki uzantısı olmalı. .
Bazı ülkeler uluslararası başarı kazanan sinemacılarını el üstünde tutuyor, onurlandırıyor. Bazı ülkelerde ise tam tersi, eğer önemli bir festivale filmin seçildiyse önce yurtdışına çıkma yasağı, sonra hapis cezası. Allah akıl fikir versin. Oysa dünya tarihinde bir film gösterimi nedeniyle gerçekleşen bir ihtilal ya da bir hükümet değişikliği yok. Bu ne biçim bir özgüven eksikliğidir? Nasıl bir korkudur? Bilen varsa söylesin.
Bir yanda sinema aşığı Fransa, diğer yanda sinemadan korkan İran. Seçme hakkınız olsa nerede yaşamak isterdiniz?