Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e göre edebiyat, “kültürlü medeni toplumların ayrılmaz bir parçası” olmalıydı.
Bulabildiği her fırsatta kitap okuduğu bilinen Atatürk okumakla kalmadı; yazdı, edebiyata bir misyon yükledi, dil devrimi yaptı, edebiyat müfredatının nasıl olması gerektiği üzerine düşündü, okullarda verilecek eğitimin nasıl olması gerektiğine dair araştırmalar yaptı, Türk Dil Kurumu’nu kurdu. Ona göre edebiyat her şeyden önce ülkeyi ve gençleri geliştirmek için önemli bir araçtı.
Okuyan yazan, yazanlara saygı duyan ve ilerlemelerine katkı sunan bir Cumhuriyet ideali olsa da bu ilkeler, toplum tarafından tam olarak benimsendi mi, tartışılır. Sabahattin Ali’yi jurnalleyen, Halide Edib Adıvar’ı sürgüne yollayan, Nazım Hikmet Ran’ı hapseden ve hatta vatandaşlıktan çıkaran, Rıfat Ilgaz’ı sansürleyen, hapse atan, Marko Paşa dergisine “çıktığı gün saat 8 ile 9 arası satılır, 9’da toplamaya başlarlar” açıklaması yaptıran Türkiye tarihi, sıkıyönetimler, sansürler, yasaklar, kitap yakmaların örnekleriyle dolu.
Öyle ki bugünden geriye bakınca sansür, kurumsallaşan ve hatta kanıksanan bir şeye dönüştü. Buna rağmen o karanlık tünelde ışığı görmek yerine kendileri ışık olmayı seçen edebiyatçıları da var etti Cumhuriyet. Bugün hala dönüp dönüp okuduğumuz, yazdıklarının altını çizdiğimiz, baş ucundan ayırmadıklarımız başta olmak üzere yazarlar büyük bedeller ödedi. Yazdıklarının diyetini kimi zaman özgürlükleriyle kimi zaman ülkelerine duyduğu hasretlerle kimi zaman da hayatlarıyla ödediler. Ama yazdılar. Ne de olsa kalem her türlü kılıçtan keskindi.
Tam da bu nedenle, Cumhuriyet’in edebiyata nasıl davrandığı, aslında 100 yıllık tarihinin de özeti. Zira edebiyatı toplumdan, toplumu edebiyattan ayırmak çok da mümkün değil.
Bir asrı, tüm ayrıntılarıyla anlatmak -en azından burada- mümkün değil ancak buyrun hızlandırılmış bir zaman yolculuğuna. Başka bir deyişle, şapkayı öne alıp Cumhuriyet edebiyata nasıl davrandı, edebiyat nasıl hareket etti diye düşünmeye.
İlk görev: Cumhuriyet’i anlatmak
Cumhuriyet’in ilk yıllarında edebiyatın amasız fakatsız tek bir misyonu vardı: Yeni rejimi savunmak, kazanımları kalıcı hale getirmek ve hedef gösterilen çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmayı sağlayan yaşam tarzını benimsemek. Neticede gidilecek yol uzundu, rehberlerden biri de edebiyat olmalıydı.
Yaşanan siyasal ve toplumsal dönüşümlerin etkileri elbette edebiyata da yansıdı. Zira ortada anlatılması ve en önemlisi kavranılması gereken bir Cumhuriyet vardı. Edebiyatçıların payına da geride bırakılan savaşı anlatmak, kazanımları benimsetmek ulusal bilinci kazandırmak düşmüştü.
O dönemden Refik Halit’in ‘İstanbul’un Bir Yüzü’ (1920), Halide Edib’in ‘Ateşten Gömlek’i (1922) ve Vurun Kahpeye’si (1926) ile Yakup Kadri’nin Yaban’ı (1932) gibi romanlar armağan edebiyatımıza. Cumhuriyet’in ilanına kadar yaşanan süreç, imkansızlıklarla kurulan yeni ülke, yeni siyasi düzeni, milli mücadele ruhunu anlatan romanlarla dolu bu dönem, aynı zamanda bir tanıklığın da tarihiydi. Amaç belliydi, milli mücadeleyi ve aktörlerini anlatmak ve hatta yüceltmek.
Ülke, yaşam ve edebiyat değişiyor peki sansür?
Cumhuriyet’in ilk yılları geride bırakıldığı, İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde geçen 1940’lar ise toplumsal gerçekçiliğin ön planda olduğu eserlerin de ortaya çıkışıydı. Edebiyat bir öğreti sunmak yerine bu kez toplumdaki gerçekleri aktarmaya başlamıştı. Üstelik eleştirel ton da yükseliyordu. Kullanılan dil yalın, kahramanlar daha gerçekçiydi. Köy ve emekçilerin hayatları 70’lere kadar devam edecek bir dönemi de başlatmıştı. Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Kemal Tahir, Fakir Baykurt, Orhan Kemal gibi yazarlar bir yandan bireyin iç sesini anlatırken bir yandan da toplumsal sorunları anlatılarında yer veriyordu.
Ama yasaklar ve sansürler bir gölge gibi izliyordu Türkiye’nin yazar ve aydınlarını. 1940’larda Rıfat Ilgaz ‘sınıf’ kelimesini kullandığı, Sabahattin Ali’nin ‘Sırça Köşk’ (1947) öyküsünün toplatıldığını görür edebiyat tarihi. 1950’de iktidarın değişmesi, Demokrat Parti’nin gelmesi de bu durumu değiştirmez. Arif Damar’ın, Melih Cevdet Anday’ın, Şükran Kurdakul’un ve Metin Eloğlu’nun kitapları da yasaklananlar arasındadır.
Aslında Nazım Hikmet’in yakasını bırakmayan yasaklar, bir anlamda Türkiye tarihinin yasaklarının da özeti olur. Politik görüşü, yazdıkları, şiirleri nedeniyle ceza alır, sürgüne gider ve hatta vatandaşlıktan çıkarılır. 1938 yılında Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde ‘askeri isyana teşvik’ suçundan yargılanır, 12 yıl boyunca cezaevinde kalır. Cezaevine girdiği 1938 yılından itibaren de şiirleri ülkede yasaklanır; bu yasak 1965’e dek sürecektir.
Yalnız da değildir maalesef. 1953’te Nazım Hikmet’in ‘Türkiye Hakkında Hikaye’ adlı piyesi, 1958’de Suat Derviş’in ‘Yalının Gölgeleri’ romanı yasaklandı. Gerekçe, komünizm propagandası! Halbuki roman paşa torunu genç bir kızın, işçilerin uğradığı haksızlıklık karşısında sessiz kalmamasını anlatır.
Sınıf mücadelesinin gözle görülür hale geldiği, Türkiye İşçi Partisi’nin kurulduğu yıllar ise edebiyat da toplumun dertlerini anlatmayı hızlandırmıştı. Adalet Ağaoğlu, Vedat Türkali, Leylâ Erbil, Yaşar Kemal, Sevgi Soysal gibi yazarlar bu dönemin seslerini aktarıyordu. Aslında 60’lar sosyal hayattaki değişikliklerle birlikte edebiyatı da dönüştürmüştü. Fakat 1960 darbesiyle birlikte yasaklarda da durum değişmez. 1960 darbesinden 11 yıl sonra Türkiye’nin gördüğü ikinci darbe de yine yasakları beraberinde getirir.
71 muhturasıyla birlikte artık 12 Mart romanları olarak anılacak pek çok roman da kalacaktır. Akla ilk gelen de Sevgi Soysal imzalı ‘Şafak’ olur. Sevgi Soysal, askeri müdahaleden sonra siyasal nedenlerle sekiz ay cezaevinde tutuklu kalır. Ancak Soysal’ı hakim önüne çıkaran kitap, şaşılacak şekilde, politik içerikli değildir. 1970’te yayımlanan, kadın-erkek ilişkilerini ele aldığı ‘Yürümek’ toplatılır. Gerekçe, müstehcenlik olarak duyurulur.
Takvimler 1975’i gösterdiğinde ise bu kez okul müfredatlarında yasaklanan kitaplar gündeme gelir. Charles Dickens’tan Albert Camus’ya, Gogol ve Dostoyevski’den Jean Paul Sartre’a, Orhan Kemal’den Sabahattin Ali’ye, Tarık Dursun K.’dan Yaşar Kemal’e ve Çetin Altan’a uzanan yazarların kitapları artık Milli Eğitim Bakanlığı’nın kararıyla yasaklanır.
80 darbesiyle değişen yol
12 Eylül 1980 darbesi pek çok alanda olduğu gibi edebiyatı da yazarları da ‘resetleme’ hamlelerindendi. Kitaplar toplatıldı, edebiyatçılar tutuklandı, kitaplar yakıldı, bazı yazarlar uzun yıllar sürgün hayatı yaşadı.
Ama uzun vadede 12 Eylül’ün edebiyata en büyük etkisi, o güne dek gelinen yolun değiştirmesiydi. A. Ömer Türkeş,”12 Eylül’ün zihinlerde yarattığı en büyük tahribat muhaliflik duygusunun bastırılmasıdır. Bunun hemen yanına da solun değer ve kavramlarının dışlanması, -hak, adalet, vicdan, dayanışma gibi- insanlığın yüzlerce yıldır nice bedeller ödeyerek elde ettiği kazanımların yitirilmesi büyük bir erozyona yol açtı” diyerek anlatıyor darbenin Türk edebiyatındaki dönüştürücü etkisini.
Her şeye rağmen dik duran aydın ve yazarlar da vardı. Aralarında Aziz Nesin, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Vedat Türkali, Erdal Öz gibi aydınların bir araya gelerek oluşturdukları ve yaklaşık 1300 imzayla bir dilekçe imzalandı. darbeye ve hükümetin baskıcı, muhafazakâr, kısıtlayıcı ve şiddet içeren politikalarına itiraz eden Aydınlar Dilekçesi 5 Mart 1984 tarihinde kamuoyuna sunuldu.
Darbe edebiyatı yasaklarla şekillendirmeye çalışsa da öte yandan yayıncılar bataklıkta bir çiçeği büyütmeyi hayal ettiler. Bu sene 40’ıncı yaşını kutlayacak TÜYAP kitap fuarı 1982’de başladı. Bugün pek çok nedenle eleştirilen fuar, yazarların sesi oldu, protestolara ev sahipliği yaptı.
Yasaklamak yetmez ‘yakalım’
Cumhuriyet tarihinin en karanlık günlerinden biri 2 Temmuz 1993 olur. Madımak Oteli’nde çoğunluğunu yazar ve sanatçıların oluşturduğu aralarında Hasret Gültekin, Metin Altıok, Nesimi Çimen, Asım Bezirci, Muhlis Akarsu’nun da bulunduğu 35 kişi hayatını kaybetti. Etkinliğe katılanların arasında Aziz Nesin’in de bulunduğu 51 kişi ağır yaralarla kurtuldu. Cumhuriyet tarihi, aydınlarına her zaman şefkatle yaklaşmamıştı evet ama bu en büyük karanlığı olarak tarihe yazıldı.
Her şeye rağmen Türkiye’nin de Nobelli bir yazarı var
Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Leyla Erbil, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi Türkiye’nin büyük yazarları Nobel Edebiyat Ödülleri’ne aday gösterilmişti. 1901’den beri verilen ödüllerin tarihinde, 100 yaşındaki Türkiye Cumhuriyet’inden bir yazar mutlu sona ulaştı. İsveç Akademisi, ‘2006 Nobel Edebiyat Ödülü’nün, kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbirleriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulan Orhan Pamuk’a verildiğini’ açıkladı.
Öte yandan Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Reşat Nuri Güntekin, Sait Faik Abasıyanık, Mario Levi, Perihan Mağden, Zülfü Livaneli, Elif Şafak, Oya Baydar, Hakan Günday eserleri birçok dile çevrildi, okurlarla buluştu.
Yaz ama her şeyi yazma!
Neticede kalem en keskin kılıçtı. Bugün, Cumhuriyet’in 100. Yılını kutlarken aynı zamanda yolda ne kadar ilerledik, nasıl yürüdük sorularının hesabını da veriyoruz.
Bambaşka bir idealle yola çıkan Cumhuriyet’in 100. yılını kutlarken bir yanda romanları birçok dile çevrilmiş yazarları, her şeye rağmen yazmaktan vazgeçmeyen edebiyatçıları, önlerindeki gül bahçesinde dikenlere aldırış etmeden kendine alan açan genç yazarları var Türk edebiyatının. Ancak bir yandan da ifade özgürlüğü kısıtlamalarını, sansürü, tutsak ve sürgündeki yazarları konuşuyoruz. Cumhuriyet’in edebiyat ideali, sansürle, yasaklarlar, bu ideali anlamamış ya da anlamamak istememiş erkler tarafından engellenmeye çalışsa bugün isimlerini hala andığımız, yazdıklarını başucumuzdan ayırmadıklarımız, Yakup Kadri’den, Halide Edip’ten Sabahattin Ali’ye, Aziz Nesin’e, Yaşar Kemal’e; Suat Derviş’ten Oğuz Atay’a ve günümüz edebiyatçılarına; yazarlar var. Var olmaya da devam edecekler.