Bugün 3 Haziran… Türkçenin en iyi şairlerinden Nazım Hikmet’in 60. ölüm yıldönümü. Ömrünün dörte birini hapishanede geçirse de her daim çevresine ışık saçan bir kişilik Nazım Hikmet. Yaşarken de vefatından sonra da sayısız insanın hayatını değiştiren bir insan aynı zamanda.
Yolunun kesiştiği isimler arasında kimler yok ki, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Vala Nureddin. İbrahim Balaman, Yahya Kemal, Muhsin Ertuğrul, Ali Fuat Cebesoy en bilinenleri. Mustafa Kemal, Sedat Simavi. Şevket Süreyya Aydemir, Charlie Chaplin, Sartre, Pablo Neruda Shostakovich daha az bilinenler…
Yazar Haluk Oral’ın daha önce yayımlanan ‘Nazım Hikmet’in Yolculuğu’ kitabı genişletilmiş baskısıyla Everest Yayınları’ndan taze çıktı. Bu kitaptan da faydalanarak bu sefer Nazım’ın insanlarına doğru bir yolculuğu çıktık…
Kuvayi Milliye Destanı’nın destekçisi
Ali Fuat Cebesoy: Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen komutanlarından Ali Fuat Cebesoy, Nazım Hikmet’in anneannesinin kardeşi Zekiye Hanım ile İsmail Fazıl Paşa’nın oğludur. Nazım’ın davaları söz konusu olunca aile Ali Fuat Paşa’dan ilgilenmesini rica ediyor. O da gerekli hassasiyeti gösteriyor. Ama Nazım’a en büyük desteği onu Kuvayi Milliye Destanı’nı yazması için teşvik etmesi. Nazım, hapishanede bu destanı yazmadan önce ona uzun uzun Kurtuluş Savaşı’nın nasıl verildiği anlatan yazılar göndermiş.
‘O imzayı atarken elim titredi’
Charlie Chaplin: Sinema deyince akla gelen ilk isimlerden Charlie Chaplin, Nazım ile çağdaştır ama onların yollarınının kesiştiği pek bilinmez. Charlie Chaplin, 5 Haziran 1954’te İsviçre’de Cenevre Gölü kıyısındaki malikanesinin bahçesinde Dünya Barış Konseyi’nin ödülünü alır. Barış ödülünün üzerinde iki imza vardı; biri konsey başkanı Fredéric Joliot-Curie’ye aitti, diğeriyse ödül jürisi başkanı Nazım Hikmet’e! Nazım bu şerefi daha sonra şöyle anlatır: “20. yüzyılın en büyük dram yazıcısına, rejisörüne, aktörüne, yani asrımızın Şekspir’ine; dünya barış hareketi, dünya barış mükâfatını verdi. Ben, bu barış mükâfatlarını dağıtan jürinin başkanıyım. Bu mükâfatı meşhur bestekar Şoskatoviç’e de (Dmitri Dmitriyevich Shostakovich) verdik. İkisinin diplomalarını imzaladım. Ömrümde imzam böylesine şerefli ve tarihi vesikaya ilk defa konduğu için, kağıtları imzalarken bayağı elim titrediydi.”
Celile Hanım: İlk kadın ressamlarımızdan olan Celile Hanım hem yaptığı resimlerle hem de güzelliği ile İstanbul cemiyet hayatının önemli simalarından biridir. 1900 yılında Osmanlı’nın meşhur valilerinden Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey ile evlenir. Ve Selanik’te Nazım doğar. Nazım’a sanat aşkını aşılayan da odur. Lakin evlilik hayatı pek iyi gitmez ve Hikmet Bey’den boşanır. Yıllar sonra Nazım hapishanedeyken Galata Köprüsü’nde açlık grevi eylemi yapar. Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat da ona destek olur.
İbrahim Balaban: İbrahim Balaban gerçek ismiyle İbrahim Ali, Nazım ile tanıştığında cinayetten hüküm giymiş bir gençtir. Onu resim yaparken izleyen, çevresinden ayrılmayan bu genç kısa bir süre içinde şairin dikkatini çeker. İbrahim Ali, 1940’lı yılların başında Nâzım Hikmet’in yönlendirmesi ve yardımlarıyla resim çalışır. Ve İbrahim Balaban olarak resim tarihimize geçer.
İhsan İpekçi: Sinemacı İpekçi ailesinden olan İhsan İpekçi (İsmail Cem’in babası) Nazım’ın can yoldaşlarından biridir. Nazım’ın sinemacı kişiliğinin arkasında da İhsan İpekçi vardır. Kimi zaman senaryo yazdırır. Kimi zaman reji asistanı olur, kimi zaman da seslendirme yönetmeni. İlginç bir hikaye de vardır. Muhsin Ertuğrul’un yönettiği İhsan İpekçi’nin yapımcı olduğu ‘Bir Millet Uyanıyor’ filmi için senarist Nizamettin Nazif, Ankara’ya gidip senaryosunu Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip aracılığıyla Atatürk’e göstermek istiyor. Gazi, senaryoyu okuyor ve beğeniyor. Nazif de bu durumdan cesaret alarak el artırıyor ve Mustafa Kemal’i filme almayı teklif ediyor. Gazi teklifi kabul ediyor.
Gazi, Çankaya’daki buluşmada önce sinemacılardan malzemeler hakkında izahat istiyor. Sonra fon olarak oluşturulan kara bir örtünün önüne geçiyor. Devamını Nizamettin Nazif’ten okuyalım: “O günlerin milli ve beynelmilel birçok mühim mevzuuna temas eden nutkunu irada başladı. Makine rahat rahat işliyor, şefin sesi çok rahat endegistre ediliyor ve ben bu muvaffakiyetten memnun, gözlerimi o tarihi ana dikmiş, simasını doya doya seyrediyordum. Bu arada sol taraftaki bir kapının önünde bayan Afet, bir saylav (milletvekili) ve General Kazım beliriverdi. Üçü de yüksek sesle konuşuyorlardı. Atatürk’ün yüzünde ani bir değişiklik oldu, onlara dönüp seslendi: Susunuz! Film çeviriyoruz. Salona gidiniz.” Bu olay Atatürk’ün konsantrasyonunu bozuyor. “Bırakalım” diyor. Nizamettin Nazif’in tatlı ısrarı ile tekrar kamera çalışıyor. Bu sırada bahçıvanla birkaç kişi açık duran kapının yanında gülmeye başlıyor. Atatürk bu kez sinirleniyor ve “Ne o? Biz burada komedya mı oynuyoruz, yoksa bir devlet şefi gibi halka mütalaamızı mı bildiriyoruz. Bu ne terbiyesizliktir, bu hatanızı nasıl affetmeli? Gülmeyiniz! Çekiliniz! Yıkılınız! Gidiniz!” diye kızıyor. Nizamettin Nazif’in aktardığına göre bu olaydan sonra Atatürk sakinleşince çekimler tamamlanıyor. Daha sonra filmler İstanbul’a gönderiliyor. Ama Nazif filmin nasıl çıktığını merak ediyor. İhsan İpekçi ile karşılaşınca, filmin akıbetini soruyor. İpekçi de katıla katıla gülerek başlıyor anlatmaya: “İstanbul’da stüdyoda film yıkandıktan sonra Nazım Hikmet’le Muhsin Ertuğrul tetkike başlamış. Ertuğrul ‘Canım, makineyi hep aynı yerde tutmuşlar. Atatürk’ün simasını başka taraflardan da alsalar, olmaz mıydı?’ demiş Nazım Hikmet de ‘Belki reisicumhur karşısında fazla hareket yapmaktan çekinmişlerdir. Fakat ses daha iyi regle edilebilirdi’ diye ona cevap vermiş. İşte bu sırada film Gazi’nin tam son hiddetine rastlar. Perdede sakin ve vakur nutkunu söyleyen reisicumhur birdenbire tavrını değiştirip ‘Biz burada komedya mı oynuyoruz? Çekiliniz! Yıkılınız!’ diye bağırmaya başlamış. Nazım Hikmet ve Muhsin Ertuğrul ne olduğunu kestiremeyip ‘Eyvah, canlandı. Bize bağırıyor’ diye can havliyle salondan dışarı fırlamış.”
Jean-Paul Sartre: Nazım hapiste yıllarca yatması annesi Celile Hanım’ın açlık grevine girmesiyle türlü protestoların fitilini de ateşler. Şair için uluslararası bir kampanya başlatılır. Picasso, Aragon Sartre bu kampanyaya destek verenler arasındadır. Sartre daha sonra şairin ölümü üzerine Nazım Hikmet’e Saygı başlıklı bir yazı yazar. O yazıda Nazım’ı şöyle anlatır: “Ben her şeyden önce onun insan olarak büyüklüğünü ve kabına sığmaz enerjisini hatırlatmak istiyorum. Onu ağır hastalığı sırasında tanımış, yaşamak ve savaşmak iradesi karşısında şaşıp kalmıştım. Ama beni asıl etkileyen onun hüzünlü ve alaycı uyanıklığı oldu. Eziyetlerden, ölümlerden kaçıp kurtulan bu adam – başkalarının yaptığı gibi – dinlenmiyordu. Biten hiçbir şey yoktu onun için. Dıştaki düşmanla savaşırken içteki dostların hatalarına karşı da kardeşçe bir savaşı sürdürüyordu. Herkesle birlikte barış uğruna, emperyalizme ve faşizme karşı savaştığı sırada bile, Moskova’da oynanan bir piyesinde, bürokrasinin tehlikelerine karşı arkadaşlarını uyarıyordu. Ne militan disiplininden geçti, ne de yazar eleştiriciliğinden. Bu çelişmeyi sonuna kadar yaşadı. Bu sürekli gerginlik, son yıllarda, mahpusluktan artakalan güçlerini de yedi bitirdi. Ama asıl bu yönüyle bugün bir örnek insan olarak kalıyor aramızda. Vefalı dost, yiğit militan, insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbir şeyi görmezden gelmek istemiyordu. Durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da, sizin için aynı işi yapıyor.”
İkonik Nazım fotoğrafı böyle çekildi
Lütfi Özkök: Nazım Hikmet’in hafif gülümseyerek baktığı ve ikonikleşen görüntülerinden biri olan o fotoğrafı Lütfi Özkök’ün çektiği az bilinir. Fotoğrafın hikayesi ise daha az. Özkök ile Nazım’ın yolları hayatları boyunca üç kez kesişir. Bu efsanevi fotoğrafı ise Özkök, Nazım 1959’da Stockholm’e geldiği zaman, ikinci buluşmalarında çeker. Nazım şehre gelince Özkök’le buluşur. Medborgarplatsen Meydanı’nda yürürken Özkök, Nazım’ın fotoğraflarını çekmek ister. Nazım Folkets Hus’ün merdivenlerine oturur. İşte orada çekilen bu fotoğraf Nazım ile özdeşleşir.
Çanakkale’de şehit olan dayı
Mehmet Ali Dayı: Nazım Hikmet’in 20 yaşına kadar yazdığı şiirlerde milliyetçi temalı kahramanlık şiirleri önemli bir yer tutar. Bu şiirlerin kaynaklarından biri de Çanakkale Savaşları’nda şehit olan dayısı Mehmet Ali’dir. Mehmet Ali Bey 19 Temmuz 1915’te cepheye ziyarete gelen Osmanlı Veliahdı Yusuf İzzeddin Efendi’nin konvoyuna İngilizler’in ateş açması sonrası konvoyu korurken arkadaşlarıyla şehit düşüyor.
Mustafa Kemal: Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Vala Nureddin ve Nazım, Kurtuluş Savaşı’nın yol haritası çizilirken Anadolu Hareketi’nin büyük destekçileri arasındadırlar. Dört arkadaş bir gün işgal altındaki İstanbul’dan Ankara’ya gitmeye karar verirler. İnebolu’ya gelirler. Orada Faruk Nafiz ve Yusuf Ziya’ya olur çıkmaz. İstanbul’a gedi dönerler. Ama Vala Nureddin ile Nazım’a onay verilir. Ki bu onayda Halide Edib’in de katkısı vardır. Ankara’ya gelen ikili Ali Fuat Cebesoy’un babasının ayarlamasıyla Mustafa Kemal Paşa ile görüşürler. Mustafa Kemal onlara meselesi olan şiirler yazmasını tavsiye eder ve öğretmen olarak görevlendirilebileceklerini söyler. Böylece ikili Bolu’ya öğretmen olarak atanırlar.
Orhan Kemal: Nâzım Hikmet dostlarının gelişmesi ve üretmesi için elinden geleni yapan bir yol göstericidir. 1940 yılında Bursa Cezaevi’nde aynı koğuşta kalacağı Raşit Kemali adındaki şiir meraklısı genç iki buçuk yıllık bir eğitim sürecinden sonra öyküler yazmaya başlar, ünlenir. Orhan Kemal adıyla tanıyacağımız Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri haline gelir.
Pablo Neruda: 2 Kasım 1950’de Dünya Barış Konseyi, Varşova’da yapılan toplantısında, Nazım Hikmet, Pablo Neruda, Pablo Picasso, Paul Robenson ve Wanda Jakubowska’nın barış ödülü aldığı açıklar. Pasaport isteği geri çevrilen Nazım, bu toplantıya katılıp ödülünü alamaz. Ödülünü onun adına Neruda alır ve törende yaptığı konuşmada Nâzım Hikmet için şöyle der: “Cezaevindeki yılları boşa geçmedi. Nazım’ın lirik yapıtları en yüksek noktasına orada ulaştı. Sesi dünyanın sesi oldu. Barış için savaşın bu önemli günlerinde şiirlerimin onun şiirleriyle yan yana olmasından gurur duyuyorum.” Nazım Hikmet ödülünü 17 Kasım 1951’de Prag Üniversitesi’nde alacaktır.
Sadık Ahi: Ankara’ya Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Vala Nureddin ile İnebolu’ya gelen Nazım Hikmet burada 15 gün beklemek durumunda kalır. Bekleyenlerden biri de Sadık Ahi’dir. Aynı evde kalırlar. Nazım’a İnebolu’da komünistlik fikrini aşılayan Spartakist ağabeyler arasındaki, Sadık Ahi’dir.
Kara gün dostu
Sedat Simavi: Nazım Hikmet Piraye ile Erenköy’de Mithat Paşa Köşkü’ne taşındıktan bir yıl sonra 1933’ün haziran ayında ikinci defa tutuklanır. Bursa Cezaevi’ne gönderilir. Parasızlık, davalar bir yana bir de arkasında bıraktığı ailesinin geçimi onun kara kara düşündürür. Arkadaşı Sedat Simavi’ye bir mektup yazar. “Kardeşim Sedat” diye başlayan mektupta Simavi’nin çıkardığı Yedigün dergisi için her türlü yazıyı ‘Ben’ ya da Simavi’nin uygun göreceği isimle yazacağını söyler. Mektubu Simavi’ye Nazım’ın annesi götürür. Sedat Simavi Nazım’ın ricasını kırmaz. Yedigün’de yazıları yayımlanır. 28 Nisan 1937’de ise Nazım Hikmet’in artık kendi imzasıyla yazılarını Yedigün’de yazacağını duyurur.
Şevket Süreyya Aydemir: Vala Nureddin ile Nazım Hikmet Batum’dayken bir gençle tanışırlar. Bu tanışma sırasında Nazım elindeki kağıda bir kız resmi çizer. Bu kız İslam mektebi müdürü Hikmet Bey’in kardeşi Liman Hanım’dır. Genç kabul ederse bu kızla evlenmek istediğini söyler. Önce şaka yaptığı sanılır oysa genç ciddidir. Bu genç ünlü yazar Şevket Süreyya Aydemir’dir. Aradan yıllar geçen Nazım Hikmet 1925’ta Akbaba dergisi için ‘Dağların Havası’ adlı manzum roman yazar. Yazarın adı yoktur. Kahramanları Süreyya ve Leman’dır. Yıllar sonra 1950’de Nazım hapisten çıkınca Vala Nureddin’in evinde Şevket Süreyya onu ziyaret eder. Şevket Süreyya Vala Nureddin’in ölümünden bir yıl sonra yeni baskısı yapılan ‘Bu Dünyadan Nazım Geçti’ kitabına yazdığı önsözde Nazım’ın mezarını ziyaret ettiğini yazar: “Onu İstanbul’da Va-u’nun evinde bir mum ışığında şiir okurken ve son defa gördüğüm geceyle bugünün arasında şimdi tam 18 yıl var. Bu mezarın başından ayrılırken, ondan birkaç avuç toprakla bir demek çiçek topladım. İstanbul’da Va-Nu’nun mezarına serpmek için. Moskova’dan getirdiğim tek armağan budur.”