Ekonomi yönetiminin yaymaya çalıştığı bahar havası son yayınlanan enflasyon verisiyle birden dağılıverdi. Enflasyondaki katılık ve alt kalemlerde gözlenen direnç enflasyonla mücadelede umulandan daha az mesafe alındığını gösterdi.
Eylül enflasyonu açıklanana kadar Merkez Bankası’nın faiz indirimine kasımda başlayacağı düşünülüyordu. Ama TÜİK’in açıkladığı yüzde 2.97’lik aylık enflasyon ve çok yüksek hizmet enflasyonu kısa vadede indirimin mümkün olmadığını gösterdi.
Yabancı yatırım bankaları faiz indirimi öngörülerini yeni yıla çekiverdi. Erken bir faiz indiriminin önemli riskler barındıracağı, Merkez Bankası’nın para politikasındaki sıkılığı daha uzun süre koruması gerektiği vurgulayarak… “kur politikasının sermaye akımlarını olumsuz etkilediği” uyarısı da yapıldı. Bir anlamda yabancı yatırımcılar için ekonomi yönetimi üzerinde “zımni kur garantili carry trade” baskısını iyice artırma fırsatı doğdu (Carry trade: Yabancı yatırımcıların yurtdışından düşük faizle borçlandıkları parayı Türkiye’ye getirip yüksek faize yatırmaları).
Bunca çabaya rağmen tünelin ucunda ışık neden bir türlü görünmüyor?
Hakim görüşe göre ana neden beklentilerin yönetilememesi, yani ekonomik aktörlerin dezenflasyon sürecinin başarılı olacağına bir türlü inanmaması. Merkez Bankası eski Başekonomisti Prof. Dr. Hakan Kara bunu “Dünyada hammadde fiyatları ve dolar endeksinin düştüğü, içeride talebin zayıfladığı, üstüne kurun ve ücretlerin baskılandığı bir dönemde enflasyon hâlâ yüksekse bunun tek açıklaması beklentilerin henüz düzelmemiş olmasıdır” diye ifade ediyor.
Gerçekten de dış şartların birçok açıdan destekleyici olduğu ve içeride kur ve ücretler üzerinde baskının korunduğu bir dönemde enflasyon cephesinde yaşananların başka açıklaması pek yok. Ama kritik soru belki de şu: Beklentilerin düzelmemesi sebep mi sonuç mu? Beklentilerin düzelmemesinin arkasında ne var?
İlk olarak ekonomi yönetiminin göreve gelirken son derece hazırlıksız olduğunu ve ev ödevlerini yeterince yapmadığını söylemek mümkün. Mehmet Şimşek’in göreve devralırken dönüleceğini söylediği “rasyonel zemin” konusunda aslında tutarlı, iyi çalışılmış ve yol haritasına dönüştürülmüş bir planı olmadığını bugün artık görebiliyoruz.
Bir başka sorun, bakanlık kadrosuna, TÜİK, BDDK, SPK gibi hayati önemdeki kurumlara ve hatta başlangıçta Merkez Bankası’na yetkin kadroların atanamamasıydı.
Ama en önemli sorun yapısal reformlardaki “ses var görüntü yok” durumu. Ekonomi yönetimi sürekli yapısal reformlardan söz ediyor ama hiçbir şey yapmıyor. Ekonomi aktörleri ve vatandaş bunu elbette görüyor.
Bu koşullarda faiz artırımları ve Körfez’den gelecek kaynakla yeni bir dönem başlatmaya çalışan ekonomi yönetimi kısa süre sonra rezerv satışları ve makro ihtiyati önlem adı altında piyasayı boğan örtülü müdahalelere geri dönmek zorunda kaldı. Ardından yabancı yatırımcının ilgisini canlandırabilmek için “tatlandırılmış carry trade” politikası devreye alındı. Türkiye’ye yüksek faiz ve zımni kur garantisi sayesinde 30 milyar dolara yakın kısa vadeli yabancı sermaye girdi ama işte enflasyonist bekleyişlerin kırılmasında gerekli mesafe bir türlü alınamadı.
Kapsamlı bir program ortaya koymayan ve bu programın iletişimini yapamayan, önceliğini sadece yabancı kaynak girişine verip para politikasına kendisini sıkıştıran, hatta kur ve rezerv politikasında stratejik hatalar yapan ekonomi yönetimi bugün geldiğimiz noktanın asli sorumlusu. Kabahati geçmiş döneme ya da muhalefete yüklemeyi artık bırakıp sorumluluğunu üstlenmeli ve politikalarını gözden geçirip gerekli değişiklikleri yapmalı.
Bunu yapmaz, şu anki rotada devam ederse “bisikletin” bir tarafa düşmesi kaçınılmaz. Ya uzun süreli ve gereğinden fazla sıkı para politikasıyla yabancı yatırımcıyı memnun eden ama içeride ekonomik ve sosyal dengeleri yıkan tarafa. Ya da toplumsal sınırların iyice zorlanması sonrasında eldeki kazanımların da yitirileceği, kötü yönetilecek, her şeyi daha da içinden çıkılmaz bir hale getirecek gevşemeye.
Türkiye bu iki olasılık arasında sıkışmış durumda.