Westminster Parlamento binasında, bu önemli komisyon toplantısı için genişçe bir salon ayılmıştı. Bir tarafta Avam Kamarası’nın parti temsilcilerinden oluşan heyet, karşısında, İngiliz Kraliyet Ailesi’nin Mali İşler Sorumlusu Bertie Ross ve ekibi… 2005 yılında, İşçi Partisi’nin Tony Blair önderliğinde seçimi kazanmasından kısa süre sonra toplanan parlamento komisyonu, şirket statüsünde faaliyet gösteren Lanchaster ve Cornwall Dükalıkları’nın, neden diğer şirketlerle aynı kurallara tabi olmadığını soruşturuyordu. Toplantı basına açıktı.
Konuyla ilgili kesimlerin çok iyi bildiği ama geniş kamuoyunun pek de haberdar olmadığı bir gerçek, bu toplantıda su yüzüne çıkmıştı. Birisi “Majesteleri”nin, diğeri de onun veliahtının şahsi “şirketi” olan, çok geniş toprakların ve bu toprakların altındaki-üstündeki her türlü mal varlığının sahibi olan bu iki dükalık, kurumlar vergisi ve sermaye kazancı vergisi (stok dışı menkul ve gayrımenkul varlıkların satışından elde edilen kârın vergisi) ödemiyordu.
Bunlar Bertie Ross’u terletecek konular değildi. Neticede, gelenek ve teamüller bir yana, her şey dükalıkların 1863’den beri yürürlükte olan “Yönetim Yasaları”na uygundu. Ancak, bir soruyu cevaplamadan önce, Ross bir an durakladı. Kendisinden, bu iki dükalığın mal varlıklarının bir listesini vermesi istenmişti. İlk tereddütten sonra gelen cevap salonda buz gibi bir hava estirdi: “Veremem efendim.” Soru sahibi ısrar etti: “Nasıl veremezsiniz? Bunların bir listesi yok mu?” Ross, aynı soğuk ifadeyle cevabını yineledi: “Var ama veremem efendim.”
Kraliyet ailesinin mali işler sorumlusu, bu özgüveni, bu gücü nereden alıyordu?
Kraliyet ailesinin emrindeki ve mülkiyetindeki milyon dolarlar
Geçen hafta bu köşede, İngiliz Kraliyet Ailesi’nin serveti konusunu işlemiş ve adı Bernie Epstein pedofili skandalına karışan Prens Andrew’un uzun yıllardır Kraliyet mülklerini kira vermeden kullanması üzerinden, yakın dönemde (bir kez daha) Monarşi’nin mal varlığının gündeme geldiğini anlatmıştım. Özetleyecek olursak, Kraliyet ailesinin serveti, her biri farklı statüye sahip üç temel ayağa dayanıyordu.
Değeri en az 20,5 milyar dolar olarak tahmin edilen “Kraliyet Mülkleri”nin (The Crown Estate) hazineye giden gelirinden Monarşi’ye bir “tahsisat” ayrılıyordu, Bu, 2025-26 mali yılı için 177 milyon dolardı… “Kraliyet hizmetleri” için verilen tahsisat bütçe gibi çalışıyor, kullanılmayan kısmı hazineye geri dönüyordu.
Parlamento soruşturmasına konu olan ve halen Kral Charles’ın mülkü konumundaki Lanchaster Dükalığı ile veliaht Prens William’ın mülkü Cornwall Dükalığı, toplamda minimum 2,4 milyar dolara yakın bir varlığı olan iki “şirket”ti ve aileye 63 milyon doların üzerinde bir yıllık gelir temin ediyorlardı.
Bir de şirketlere ait olmayan özel gayrımenkuller, sanat koleksiyonları. mücevherler, milyonluk atların olduğu bir hara ve dünyanın en büyük pul koleksiyonu vardı. Bunların da muhafazakar bir tahminle 1,4 milyar dolara yakın değeri olduğu tahmin ediliyordu. Şirketlerin hiçbiri kurumlar vergisi ödemiyordu. Nesilden nesile devredilen dükalıklar için veraset vergisi de ödenmiyordu.
Yakın zamana kadar gelir vergisi de ödemiyorlardı
BBC’nin 63 yıllık mensubu, 87 yaşındaki gazeteci-televizyoncu David Dimbleby’nin hazırlayıp sunduğu, “Monarşi ne işe yarar?” (What is the Monarchy for?) belgesel dizisinde Monarşi tarihçisi Anna Whitelock, “Başlangıçta Monark vergilendirilmiyordu, çünkü zaten orduyu ve savaşı Monark finanse ediyordu,” diye açıklıyordu tarihsel geri planı. Ancak tabii zamanla roller değişmişti. Lordların temsil edildiği ilk meclisin kurulmasından (1265) bu yana, kralla lordlar arasındaki en büyük çekişme vergi konusuydu. Kral istediği gibi vergi koyamamalıydı. Bundan 30 yıl sonra “Avam Kamarası”nın da işin içine girmesiyle bu çekişme daha da arttı. Bu açıdan İngiltere’de monarşinin vergi tarihinin, kralla tebası arasındaki çekişmenin tarihi olduğu söylenebilir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz BBC dizisinden öğreniyoruz ki, Kraliçe Elizabeth’in babası VI. George’dan önce krallar-kraliçeler gelir vergisi ödüyorlardı. Örneğin Kraliçe Victoria, VII. Edward, Kraliçe Elizabeth’in büyükbabası V. George vergilerini ödemekteydiler. Ama VI. George Kraliyetin masraflarının çok yüksek olduğu ve vergi ödememesi gerektiği konusunda hükümeti ikna etmişti. Kraliçe II. Elizabeth de, babasının sağladığı bu ayrıcalık bir gelenekmiş gibi davranarak, söz konusu vergi düzenlemesini devam ettirdi. Böylece Kraliyet ailesinin vergi ödememesini normalleştirdi. Bu da Monarşi’nin servetinin on yıllar boyunca kontrolsüz şekilde büyümesini sağladı. Ta ki, Windsor Şatosu’nda çıkan yangına kadar…
20 Kasım 1992’de Windsor Hanedanı’nın Londra dışındaki ikametgahı olan Windsor Şatosu’nda yangın çıktı. Bir kasabanın ihtiyaçlarına göre kurulmuş olan Windsor itfaiyesi yangını söndürmekte yetersiz kaldı. Yardım gelmesi gecikti ve sonunda Şato’nun sakinlerinin ve misafirlerin kullandığı daireler ile yakın zamanda Fransa Başkanı Macron’a veya ABD Başkanı Trump’a verilen büyük yemek davetinin görüntülerinden hatırlayabileceğiniz, görkemli St George salonu kül oldu. Zarar 48,8 milyon doları geçiyordu. Zararın devlet tarafından karşılanacağının belli olmasının ardından, Kraliyet ailesi halkın büyük tepkisi ile karşılaştı. Gerçi Windsor Şatosu devlet malıydı ama, İngiltere’de neyin devlet malı, neyin Monarşinin özel mülkü olduğu meselesi karışık ve az bilinen bir konuydu. “Şatoyu Kraliyet ailesi kullanmıyor mu, o zaman onlar ödesin,” deniyordu, “tamir masrafı neden bizim cebimizden çıkıyor?”
Sonunda Kraliçe, toplamın küçük bir bölümünü, birkaç milyon sterlinlik bir miktarı kendi cebinden ödedi. Bu “jest” yetersiz bulundu ve homurdanmalar kesilmedi. Bütün böyle dönemlerde olduğu gibi, “kraliyet ailesi niye var, bu servet nereden geliyor, bu şaşaaya ne gerek var,” tartışmaları ayyuka çıktı.
Kraliyet ailesi itibar kaybını durdurması gerektiğini görüyordu. Önce Buckingham sarayını halka açtı. Ardından sürpriz bir hamle daha yaptı. Dönemin Başbakanı John Major bu sürpriz hamleyi şöyle açıklamıştı: “Majesteleri, birkaç ay önce benden, gönüllü olarak vergi ödeyebileceği temeli düşünmemi istedi. Galler Prensi de benzer bir talepte bulundu.”
Böylece Başbakan, Kraliçe’nin bu talebini yangından önce dile getirdiğini söylemiş oluyordu. Ancak yine de bu olay, “ulusal hafıza”ya pek bu şekilde kaydedilmedi.
Kraliçe II. Elizabeth ve veliahtı Galler Prensi Charles, “gönüllü olarak” 1993-1994 mali yılından itibaren, Lancaster ve Cornwall dükalığının sağladığı yıllık gelirler ve kişisel yatırımlarının getirileri (faiz, kira, kupon vb.) üzerinden gelir vergisi ödemeye başladılar.
Bu dükalıklar, sermaye kazancı ve veraset vergilerinden muaf olmaya devam ediyordu. Özel konutlarının masrafları da vergiden düşülebilecekti. “Kraliyet Mülkleri” ise kısmen devlet malı gibi kabul edildiğinden tümüyle kapsam dışıydı.
Vergi vermeyi “gönülsüzce” kabul ederken feodal alışkanlıklarını da sürdürüyorlardı
Annesi Kraliçe Elizabeth’in Eylül 2022’de ölümünün hemen ardından veliaht Prens Charles’ın, III. Charles adıyla Taht Konseyi tarafından Kral ilan edildiğini, Mayıs 2023’de taç giydiğini ve hemen ardından da basın ve kamuoyunun Kraliyet ailesinin servetini ve varlık nedenini gündeme getirdiğini geçen hafta yazmıştık.
Taç giyme töreni sırasında, eğer kameraya tesadüfen takılmamışsa, BBC tarafından özel olarak bahsedilmeyen bazı kraliyet karşıtı protestolar da olmuştu. Kalabalık olmayan gruplar, ellerinde “Benim Kralım Değil” pankartları taşıyarak slogan atmış, Charles’ın gittiği yerlerde önüne çıkmaya çalışmış ve çoğunlukla Kralın bulunduğu yerlerden polis tarafından uzaklaştırılmıştı.
Ancak 2024’te kopan skandalı zihinlerden uzaklaştırmak mümkün olmayacaktı. Sunday Times gazetesi ve Channel 4 televizyonu, gelir vergisi ödemeyi kabul ederek vatandaş olmaya “yaklaşan” Kraliyet ailesinin, sahip oldukları topraklardan, ancak feodal beylere yakışacak tarzda bazı gelirler de elde ettiklerini ortaya çıkarmışlardı.
Buna göre, Lanchaster ve Cornwall Dükalıkları, ortaçağda ele geçirdikleri toprakları, nehirleri ve sahilleri kullanma hakkı karşılığında orduya, donanmaya, hastanelere, cezaevlerine, okullara fatura kesiyor ve kira bedeli tahsil ediyordu. İnsanlar, ölen büyüklerini “dükalık topraklarına” gömebilmek için bile para ödemek zorundaydılar.
Yapısı çok farklı olsa da, İngiltere’nin SGK hastaneleri ve sağlık hizmetleri kurumu olarak tanımlayabileceğimiz NHS (Ulusal Sağlık Servisi), ambulanslarını park ettiği bir garajın kirası olarak, Kral Charles’a 15 yılda 11 milyon sterlin ödemişti. Prince William, Cornwall Dükalığı arazisi üzerinde bulunan Dartmoor hapisanesinden her yıl 1,5 milyon sterlin kira alıyordu.
BBC belgeselinde kendisine bu konuyla ilgili sorular yöneltilen, Galler Prensi’nin (Prince Charles) eski (2009-2016) iletişim sorumlusu Kristina Kyriacou, bunların normal olduğunu söylüyordu: “Burası bir özel mülk. Şirket olarak yönetiliyor. Kraliyet ailesine ait diye arazilerini ücretsiz kullandırmaları gerektiğini söylemek bana çok naif geliyor.” Kraldan çok kralcı…
Bu durumun ortaya çıkmasından sonra Kraliyet ailesi biraz “utanmış” göründü. Bazı anlaşmaları gözden geçireceklerini açıkladılar. Ancak, dükalıkların Yönetim Yasaları’nın (Management Act) tüm kamu kurumlarıyla “piyasa temelli ilişkiler” kurmalarını zorunlu tuttuğunu da eklemeyi ihmal etmediler.
Daha kötüsü de vardı. The Guardian gazetesi, Kasım 2023’te, Kral Charles’ın özel mülkü (Gurdian’ın deyişiyle tartışmalı arazi), Lancaster Dükalığı, feodal dönemlerden kalma eski bir uygulamaya dayanarak, vasiyet bırakmadan veya bilinen yakınları olmadan ölen kişilere ait, “bona vacantia” (boş/sahipsiz mal) olarak bilinen varlıkları toplamaktaydı. Son 10 yılda bu varlıklardan Dükalık 60 milyon sterlinin üzerinde bir gelir elde etmişti.
Dükalık, bu şekilde elde edilen gelirlerin, masraflar düşüldükten sonra, hayır kurumlarına bağışlandığını iddia etmekteydi. Oysa Guardian hayır kurumlarına küçük bir tutarın gittiğini, fonların büyük kısmının ise, Kral’ın sahip olduğu ve kâr amacıyla kiraya verdiği mülklerin yenilenmesi için kullanıldığını ortaya çıkarmıştı.
Kendi bölgesinde de Kral’ın el koyduğu mülkler bulunan Manchester Büyükşehir Belediye Başkanı Andy Burnham, hükümetten, bu konuda bir araştırma başlatmasını isteyerek, el koyma işlemini, “feodal Britanya’nın tuhaf bir kalıntısı” olarak nitelemişti.
Richard Scott, İskoçya’nın neredeyse sahibi. Bu ülkeye adını veren ‘Scott’ klanının lideri. Britanya adasının en büyük toprak sahibi.
İngiltere’nin tek “feodal” mülk sahibi Kraliyet ailesi değil
Kraliyet ailesinin mali işler sorumlusu, Kraliyet ailesine ait dükalıkların mal varlıklarını gösteren listeleri veremeyeceğini söylerken, bu özgüveni, gücü nereden alıyordu?
Soruyu bir adım daha ileri götürelim: Koskoca parlamento, bu mal varlıklarını tapu kayıtlarından neden çıkarttıramıyordu da Kralın mali sorumlusundan liste istiyordu?
Tapu kayıtlarına herkes ulaşabilir. Yeter ki, mülkün adresini veya tapu numarasını bilin. Sadece eski kayıtlar dijital olmayabilir. Olsun, pösteki sayar gibi oturur yıllarca uğraşır çıkartırsınız. Ya da çıkartamazsınız. Çünkü bazı mülklerin sahipleri gizli tutulabiliyor. Bunlar “yüksek profilli” kişiler, ünlüler veya “güvenlik riski” altındaki mülk sahipleri… Bu özelliklerin biri olsa yeter, ama bir lordda hepsi birden var. Bu yüzden İngiltere’de büyük toprak sahiplerinin tapu bilgisine ulaşılamıyor.
Ayrıca vakıflar üzerinden yönetilen mülkler var ve bu da hem sahiplik bilgisine ulaşılmasını engelliyor, hem de vakıf malları üzerinden veraset vergisi ödenmiyor.
BBC’nin dizisinde kullanılan bir ifadeyi buraya alacak olursak, İngiltere’de (mülkiyet konusunda) “kurumsal ve takıntılı bir gizlilik” var.
“İngiltere’nin sahibi kim” (Who Owns England?”) kitabının yazarı Guy Shrubsole, bu gizliliğin işlevini şöyle açıklıyor: “Serveti gizlemek onu korumanın bir parçası. Bu yüzden büyük malikanelerin etrafı yüksek duvarlarla çevrilidir. Bu arazilere senin, benim gibi sıradan insanların girmesinin engellenmesi, lordun sahip olduklarının görülmemesi içindir. Bu nedenle tapu kayıtları büyük ölçüde kapalı bir kitaptır. Coğrafyacı Doreen Massey’in gözlemlediği gibi, toprak sahipliğini çevreleyen gizlilik ‘bu konunun siyasi olarak ne kadar hassas olduğunun’ göstergesidir.”
Siyasi hassasiyet… İşte zurnanın zırt dediği yer. Buraya döneceğiz. Önce “İngiltere’nin sahibi kim sorusuna” bir de, geçmişte Kral’ın en büyük rakibi olan, günümüzde ise doğal müttefik konumundaki “lordlar” açısından bakalım.
Richard Scott’un paha biçilmez bir sanat koleksiyonu da var.
En büyük toprak sahibi kim? En zengin Dük kim?
Toprak reformu savunucusu ve yazar, Guy Shrubsole Britanya adasındaki toprak sahipliği üzerine yaptığı araştırmaları topladığı kitabında, İngiltere’deki en büyük özel (kilise veya kamu kurumları gibi kurumsal büyük toprak sahipleri de var) toprak sahiplerini 24 dükalıktan oluşan bir listede toplamış. Bu toprak sahiplerinin bazılarının geçmişi 1000 yıl geriye gidiyor.
Servetleri hakkında kesin bir bilgi yok. Ancak servet kaynakları arasında devletin her yıl verdiği tarım sübvansiyonları, toprak ve gayrımenkul kira ve yatırım gelirleri var. Tarım sübvansiyonlarının önemli bir bölümü nakit destek, bir kısmı da vergi istisnası. Hükümet 2027 yılına kadar yılda 3.2 milyar dolarlık bir desteği taahhüt etmiş durumda.
Shrubsole’un listesinde Buccleuch & Qeensberry Dükü Richard Scott sahip olduğu toprağın büyüklüğü ile dikkat çekiyor. Zaman zaman “İskoçya’nın sahibi” olarak anılan Scott, yaklaşık 880 km2’lik bir toprağa sahip ve her yıl hükümetten 1,5-2 milyon dolar tarım desteği alıyor.
Serveti ile ilgili tahminler çok dalgalı. 71 yaşındaki Richard Scott, İskoç Scott klanının şefi ve Lordlar Kamarası’nın üyesi. Aralarında İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’in nadir bulunan bir portresi ile değeri 40 milyon dolar olan Leonardo da Vinci’nin Buccleuch Madonnası olarak da adlandırılan, “Madonna of the Yarnwinder” (İplik Eğiren Meryem) adlı tablosunun da yer aldığı, değerli bir resim koleksiyonu var. Scott’un varlıkları vakıflar tarafından idare ediliyor ve bu vakıflarda Scott’un adı gözükmüyor.
Westminster Dükü Hugh Grosvenor. Soyadı tanıdık gelmiş olabilir, Londra’da bu isimde meydanlar, caddeler var.
Londra’nın bir sahibi var
İkinci dikkat çekici toprak sahibi ise Westminster Dükü. Bloomberg Milyarderler (Dünya) Endeksi 2025’e 247. sıradan giren, Sunday Times’ın Zenginler (İngiltere) Listesi 2025’te 14. sırada yer alan Westminster Dükü Hugh Grosvenor, 12-13 milyar dolarlık servetle, düklerin en zengini konumunda.
Toprak büyüklüğü bakımından ilk 5’te yer almakla birlikte, bugün Hugh Grosvenor’un servetinin çekirdeğini Londra’nın en değerli mülklerinin bulunduğu Mayfair ve Belgravia’daki gayrımenkuller oluşturuyor. Mayfair’de ailesinin adının verildiği uzun bir cadde ve geniş bir meydan var. Onlarca apartmanın, dev beş yıldızlı otellerin üzerinde Grosvenor adını görmek mümkün.
2016’da 25 yaşındayken babasının ölümü üzerine ailenin servetini devralan Hugh Grosvenor, Prens William’ın da yakın arkadaşı. Grosvenor Grubu’nun İngiltere dışında, Kuzey Amerika, Avrupa, Ortadoğu ve Asya’da yatırımları var. Hugh Grosvenor da Lordlar Kamarası üyesi.
Westminster Dükü bakın merkezi Londra’nın neredeyse yarısının sahibi.
Kralın ve “asillerin” siyasi gücü var mı?
“Siyasi hassiyet” lafına geri dönersek… Bu büyük toprak, mülkiyet ve servet sahipliği düzeninin sürdürülebilmesi için mali güç yeterli değil. Siyasi güç de lazım. Tarihte bu güç kralın ve lodların elinde yoğunlaşmıştı. Ancak zamanla Avam Kamarası Lordlar Kamarası’ndan daha güçlü hale geldi. Yetkileri kısılan Kral, sembolik bir devlet başkanına dönüştürüldü. Öyle değil mi?..
Galiba hem öyle, hem değil… Birkaç faktör krala, kraliyet ailesine ve eski feodallerin soyundan gelen yeni lordlara, kağıt üzerinde var olmayan ama hayatta etkisini gösteren bir siyasi güç sağlıyor. Muhafazakar bir toplum olan İngiltere’de Kraliyet ailesi (ne kadar sorgulanırsa sorgulansın), eski başbakanlardan Margaret Thatcher’in deyişiyle, “ulusun en değerli varlığı” olarak görülüyor. Kraliyet, iniş çıkışlar gösteren bu “sevgi”yi kullanarak, kendisine verilmemiş bir siyasi gücü kullanıyor.
Mecliste olan biten her şeyin bilgisi Kraliçeye/Krala geliyor. Tüm istihbarat raporları önlerine konuyor. Başbakan her hafta Monark ile “istişare” toplantısı yapıyor. Bu toplantılar baş başa yapılıyor. Tutanak tutulmuyor. Bugüne kadar Monark ile Başbakan’ın ne konuştuğuna dair dışarı sızmış tek bir cümle yok. Hükümetler Monarşi ile ters düşen bir görüntü içine girmekten kaçınıyor. Çatışma ve uzlaşma kapalı kapılar ardında gerçekleşiyor.
1970-74 yılları arasında başbakanlık yapan Ted Heat, şirketlere, hissedarlarının kim olduklarını bilme hakkını veren bir şeffaflık yasası hazırlamıştı. Kraliçe Elizabeth, başbakana bir heyet göndererek yasayı “tartıştırdı”. Sonuç: Kraliyet ailesi bu yasadan muaf tutuldu. Kraliçe, hükümranlığı döneminde, 160 yasada kraliyet ailesine buna benzer muafiyetler sağlamıştı.
Prens Charles, bir dönem bakanlara mektuplar yazıyordu. Bu mektuplarda kendi deyişiyle, gezip gördüğü yerlerden bilgiler aktarıyordu. Sayıları 2000’i bulan bu mektupları bakanlar ciddiye alıyordu. Bunlar Kraliyet ailesinin “yumuşak gücünün” birer örneğiydi.
Buna karşılık Monark, Yüksek Mahkeme karşısında iki güç testini kaybetti. İlkinde, 10 yıllık hukuki mücadele sonunda, Prens Charles’ın mektuplarının açıklanmasına karar verildi. İkincisinde, Brexit kararını kimseye hesap vermeden almak isteyen Başbakan Boris Johnson, parlamentoyu tatile sokmak için Kraliçeden onay istedi ve aldı. Ama Yüksek Mahkeme bunun Anayasa’ya (yani teamüllere) aykırı olduğuna karar verdi ve parlamentonun tatile sokulmasını engelledi.
Lordlar Kamarası’nın halen 823 üyesi var. Üye sayısı sabit değil. Lordlar Kamarası Kraliyet’ten şikayetçi değil. Üyelikleri ağırlıkla muhafazakar bir yapıda. Bu denge dönemden döneme değişmiyor çünkü üyeler ömür boyu görev yapmak üzere atanıyor. 667 üye başbakanların önerisiyle Monark tarafından atanmış. 90 üye miras yoluyla üyelik elde eden eski düklerin torunları. 26 piskopos ve başpiskopos var. (Kilisenin feodal dönemdeki gücünün kalıntısı. Kilise hala toprak sahibi.) Gerisi çeşitli devlet görevlileri…
Lordlar Kamarası bir yasanın çıkmasını engelleyemiyor. Ama görüşmeleri tadilat isteğiyle Avam Kamarası’na geri göndererek bir yıla kadar geciktirebiliyor.
Lordlar Kamarası’nın da sınırlı da olsa bir gücü var. Sonuçta siyaset, belki her ülkede olduğundan çok daha fazla biçimde, bir denge ve uzlaşma oyunu İngiltere’de.
Terazinin ne tarafta doğru ağır basacağı, kağıt üzerindeki haklar ve yetkilerden ziyade, fiili duruma, konjonktüre, şahsiyetlere göre değişebiliyordu.
Örneğin, Lordlar Kamarası’nda miras yoluyla elde edilen üyelikleri 90 ile sınırlamayı başaran Tony Blair… Bunu İşçi Partisi’nin art arda üç dönem iktidar olabilmesi sayesinde yapabildiğini söylemek herhalde yanlış olmaz.
Şimdi de, İşçi Partili Başbakan Keir Starmer, Lordlar Kamarası’nı kaldırmak ve yerine seçimle gelen bir tür “senato” koymak istiyor; ama konjonktür ve güç dengesi buna uygun gözükmüyor.
Üzerinde güneş batmayan imparatorluktan kapitalizmin beşiğine
Sanayi toplumunun beşiği, kapitalizmin teorisinin ve pratiğinin yaratıldığı İngiltere, içinden çıktığı feodalizmi de çağa uyan ve uymayan unsurlarıyla bağrında barındırmaya devam ediyor. Servet birikiminde toprağın da, lordların da, kraliyetin de büyük bir rolü var. (Söz buradan açıldı, öyle devam ettik. Yoksa İngiltere’nin asıl büyük zenginleri bankacılık, finans ve ticaret sektörlerinde.)
Bütün o “asil” duruşunun gerisinde, çeşitli şirketlere sömürgelerde çalışma lisansını veren, onlardan pay alan, şirketlerin sömürgelerde özel ordu kurmalarına izin veren, hatta şirket kurup köle ticaretine ilk elden katılan (Kral II. Charles ve kardeşi James tarafından kurulan Royal African Company) bizzat Monarşinin kendisi… Kapitalizme sermaye ivmesini veren de bu feodal, sömürgeci ve köleci servet birikimi…
Sokaktaki insan kendi tarihini çok bilmiyor. Bilse de kralını, kraliçesini sevmekten kolay kolay vaz geçmez. “Bize turist çekiyorlar, çok para kazandırıyorlar, ülkenin birliğinin sembolü onlar,” gibi argümanların çok ötesine geçen bir bağ var insanlarla Monarşi arasında.
BBC’nin “Monarşi ne işe yarar” başlıklı dizisini hazırlayan ve sunan David Dimleby’nin girişte sarf ettiği şu sözler aslında geri plandaki duygusal atmosferi açıklıyor:
“Monarşi’nin beni büyüleyen bir tür mistisizmi var. Ulusal yaşamımızın merkezinde yer alıyor. Bu durum yakın zamanda değişmeyecek. Ancak Monarşi hakkında sorulması gereken sorular var.”
Aynı diziye yorumlarıyla katılan Monarşi tarihi uzmanı Prof Anna Whitelock ise adeta mistisizmi dağıtmaya çalışıyor:
“İnsanlar iktidar ve nüfuzun boyutlarını bilselerdi, bunu gerçekten kuşkuyla karşılarlardı. Monarşinin işleyebilmesinin tek yolu, ona karşı herkesin ya ilgisiz ya da çok sevgi dolu olmasıdır.”
