Londra, Tiflis ve Basel. İlginç gelebilir ama İstanbul dışında severim ve yaşarım dediğim üç şehir. Ve hepsini sevme nedenim farklı.

İş için çok farklı coğrafyalara ve ülkelere seyahatler yaptım. 30 yıl boyunca farklı ülkelerin, farklı marka ve tatlarını, farklı ülkelerdeki tüketicilerle buluşturmak çok keyifli bir işti.

Yüzyıllarca yıllık gelenekler sonucu ortaya çıkmış iyi tatları baştan yaratmak yerine, tarihi ve hikayesi olanı bulmak ve getirmek çoğu zaman daha iyi çalışır.

Yıllar önce Türkiye’nin ilk lisanslı markası olan Miller’ın lansmanını yaptığımızda, marka sahibi tarafından Milwaukee’de çok sıkı eğitimlerden geçirilmiştik. Markanın teknik özelliklerinin ve reçetesinin tutması için büyük yatırımlar yaptık ve en iyisini yapana kadar uğraştık. Her üretimden örnekler yolladık, onay gelmeden satışa çıkarmadık.

Marmara Bira ve girişimcilik dersi

Çek birasını Rus pazarına nasıl çıkardık?

Sonraki yıllarda Rus pazarı için Çek birası üretme kararı verdiğimizde, iş arkadaşımla beraber uçağa atlayıp Çekya’nın küçük kasabalarında, küçük üreticilerle buluştuk. En doğru marka ve birayı bulmak için üretici üretici gezdik. Sonunda en sevdiğimiz marka olan Zlatopramen-Altın Prag markası ile lisans anlaşması yaptık ve üretimine Moskova’da başladık.

Hatta o kadar ileri gittik ki, adamların markasının etiketini ve logosunu Rusçaya adapte ederken ‘biraz’ değiştirdik ve bu değişimi Çekya’daki marka sahibine de kabul ettirdik. Kısacası Çek markasının etiket ve logo geliştirme işlerini uzmanlığımızı da katarak yıllarca biz üstlendik.

Yine Rusya’da bir Meksika markası peşine düştük. Pazarda Brezilya, Meksika markaları rüzgarı esiyor ve bizim elimizde böyle bir marka yok. Karlı ve dondurucu havalarda sıcak güneş ve tatil hissi verecek ‘şeffaf şişe ve hafif içim’ bir Güney Amerika markası peşindeyiz. Gittik ve Meksika’nın kuzeyinde Monterrey’de hem de ‘güneş’ anlamına gelen Sol markasını bulduk ve getirdik.

Yine çalıştığımız şirketlerle buluşmalar veya konumuz ile ilgili fuarlar veya değişik etkinlikler için, farklı kıta ve ülkelere defalarca gitme şansımız oldu. Ambalaj ve teknik yenilikleri görmek için Almanya, tasarım ve reklam çalışmaları için İngiltere, iş ortaklarımızla buluşmak için Amerika, Belçika, Meksika ya da üretim yaptığımız ülkeleri görmek ve birbirimizden öğrenmek için Romanya, Sırbistan, Moldova, Kazakistan, Gürcistan gibi çok sayıda ziyaret ettiğimiz ülkeler oldu.

Galatasaray’ın ilk İngiltere seferinde sponsor Eric Clapton’dı!

24 saat içinde 3 ülke

Özellikle müzik ve spor alanını seviyor ve bu alanda işbirlikleri yapıyorsunuz, seyahatler daha da keyifli oluyor. Türkiye’de içinde hem basket hem müzik performansları yapılacak bir merkez yapar mıyız? sorusuna cevap  ararken (bugün Maslak UNİQ Hall’in ilk fikridir), Amsterdam (45 yaşında Katy Perry konseri), Dublin (Eric Clapton), Londra seyahatleri , futbol sponsorluğu yaparken Japonya’daki dünya şampiyonası başta olmak üzere milli takımla beraber yine çok sayıda ülke ve şehir. Basketbol içinse Sırbistan, Yunanistan ve İspanya başta olmak üzere çok sayıda gezi. Çoğu seyahatte toplantı gündeminden şehrin merkezini bile görmeden gelirken, vaktimiz olduğunda en büyük keyfimiz yeme- içme kültürünü tanımak ve mutlaka görmemiz gereken yerleri hızlı bir turla tamamlamak şeklinde geçti. Çok önemli bir satın alma toplantısı için 24 saat için Moskova’dan İstanbul’a, oradan Amerika’ya gitmişliğimiz ve uçakta daha çok zaman geçirmişliğimiz de vardır.

Gelecek planlarımda ise hala görmek istediğim ve kültürünü merak ettiğim çok sayıda ülke  ve şehir  var. Yılbaşındaki aile buluşmamızda bir akşam yemeğinde gelecek 5 yıl için gitmek istediğimiz yerleri listeledik ve planlarımızı yaptık.

Bugüne kadar yaptığım gezilerde bazı şehirler, bende ‘ben burada yaşayabilirim’ hissi vermiştir. Size de oldu mu hiç? Bazen insanların iletişim şekli ve sıcaklığı, bazen iklimi, bazen kalabalığı, bazen de sakinliği, beni kendine bağlar.

Londra benim için biraz öyledir. 1990 yılında işe girip ilk maaşımı kazanıp ve biriktirdiğim ilk paralarla bu seyahati yapmış olmam da bu kararımı etkilemiş olabilir.

Londra’ya her gittiğim zaman yeni yerler keşfederim

Şehrin çok renkliliği, bitmeyen kültür ve sanat etkinlikleri, yüz milletin bir arada yaşaması, dünyanın tüm ülkelerinden farklı lezzetleri her sokak başında ve daha da önemlisi bize göre daha uygun fiyatlara tatma şansı, ulaşım sorununu yeraltından onlarca yıl önce çözmüş olmaları, müzeleri, pubları, parkları ne zaman gitsem farklı ve yeni alanlar keşfetmemi sağlarken, rutin haline getirdiğim kanal kıyısı yürüyüşleri, Çin ve Hint favori restaurant ziyaretlerim, her seferinde yeni bira tadımları, mutlaka Victoria & Albert ve Barbican müzelerinin programlarının kontrolü ve ziyaretleri, kitapçılarda geçirilen saatler, en güzeli de her gittiğimde bitmeyen yeni keşiflerim.

Rusya’da on yılı geçen bir çalışma süresi olunca, iş dışında da öğrendiğim çok şey oldu. Küçük kızım ile ilgili bir sağlık sorunu yaşadığımız ve ailemi İstanbul’da bırakıp tek başıma Moskova’ya dönüp çalışmak zorunda olduğum dönemde iş çıkışlarında ve hafta sonlarında, her zaman olduğu gibi yine kendimi sokaklara atmıştım.

Tam yirmi yıl önce ve yaz günleri. Arbat denilen ve trafiğe kapalı caddede sabah erken saatlerde boş boş yürüyorum. Kafamı dağıtmaya ve İstanbul’da bıraktığım ve kalp ameliyatı geçirmiş kızımın bir an önce iyileşip dönmesini umuyorum.

Eski Arbat, Moskova’ya gelen turistlerin uğrak noktası, küçük turistik ürünler satan dükkanlar, cafeler hatta bir Türk restaurantı bile var. Dükkanlarda, Sovyet döneminden kalma kalpaklar, madalyalar ve bolca matruşka çeşidini bulmak mümkün.

Hava güzel olduğunda ise cadde üstünde seyyar tezgahlar kuruluyor ve çoğu zaman ressamlar kendi ürettiği işleri satmak ve para kazanmak için işlerini sergiliyorlar.

O günlerde çocuklarla en büyük zevkimiz sirke gitmek. Hatta büyük kızım ileride benim işi bırakmamı ve  birlikte sirk açmamızın hayalini kuruyor. Son oturduğumuz evin karşısından Moskova’nın en büyük sirki var.

The New York Times: Antalya küçük Moskova gibi

Moskova’da dikkatimi hangi resimler çekiyor?

Benim de dikkatimi suluboya işlerini sergileyen, hafif akşamdan kalma bir ressamın sirk akrobatları ve palyaço resimleri çekiyor.  Siyah fona geometrik desenlerle  resimlemiş. Yaklaşıp yakından bakıyorum, hiç resim kültürüm yok ve daha önce poster dışında eve tablo aldığımı hatırlamıyorum.

Ama resimlerden çok etkileniyorum, küçük bir pazarlıktan sonra seçtiğim üç tanesini alıyorum ve daha sonra çerçeveleterek evin duvarlarına asıyorum. İlk resimlerimiz oluyor ve bizimle beraber tüm evlerimizi gezmeye devam ediyor.

Daha sonra asıl büyük resim pazarının, hafta sonları Moskova nehri üstünde kurulduğunu öğreniyoruz. Yaz kış demeden ressamlar her hafta sonu, ürettikleri resimleri araba veya karavanlarının arkalarına atarak sergilerini kuruyorlar.

Biz de ailecek nerdeyse her hafta sonu gitmeye ve gelen tüm misafirlerimizi oraya götürmeye başlıyoruz. Hatta sevdiğimiz ressamların işlerini onlara da aldırmaya başlıyoruz.

Zaman içinde  daha cesur renk ve figür kullanımları ile Gürcü ressamlar ilgimi çekmeye başlıyor. Her hafta sonu, Gürcistan’dan sevdiğimiz ressamların yeni işleri geldi mi? diye gidip bakmaya başlıyoruz.

Bu iş Moskova’da en büyük hobilerimizden biri oluyor. Hava güzelse çocuklarla hafta sonları tüm vaktimizi geçirdiğimiz Gorki Park’ın önündeki alt geçit, karşısındaki park ve alt kısımda kurulan Ressamlar Pazarı en sevdiğimiz hafta sonu rutumuz ve rutinimiz oluyor.

Sadece biz değil yakın arkadaşlarım da bu sayede Gürcü ressamları ile tanışıyorlar. Sadece Gürcü ressamlarla değil Gürcü mutfağı ile de bir tanışma yaşıyoruz ve bugün bile Tiflis benim  en sevdiğim şehirler arasında yerini alıyor. Rusya’da çok iyi Gürcü ressamları ve Gürcü lokantası olmasına rağmen asıl hedefim bunları yerinde görmek ve yaşamak.

Karşıma efsane Gürcü ressamı Pirosmani çıkıyor

Ne şanslıyım ki  Moskova’dan sonraki görevim Gürcistan’ı da kapsayan yeni ülkeler. Tahmin edebileceğiniz gibi ilk seyahati ve en çok seyahati Tiflis ve bölgesine yapıyorum. Daha sonra ailemle ve arkadaşlarımla ziyaretler devam ediyor. Galerileri ve müzeleri gezerken karşımıza 1900’lerin başında yaşamış efsane Gürcü ressamı Pirosmani çıkıyor. Sanat konusunda çok önde olan bir ülkenin en iyi ressamı olarak anılıyor ve sadece şehrin en büyük müzelerine gidip görme şansınız oluyor.

Özellikle Tiflis’te Gürcü sanatı ile karşılaşmak  için büyük bir çaba sarf etmenize gerek yok. Sanat her yerde. Arabayla giderken bulvarda dönüş yaptığınız, orta yuvarlakta dev bir heykel sizi  beklerken, bizde ise bu alanı daha çok telefon şirketlerinin alıcılarından oluşan heykeller kaplıyor.

Merkezde café veya yiyecek bir yer ararken, her köşede bir sanat galerisi ve harika ressamların işleri sizi selamlıyor. Yine merkezden bir aşağı caddeye inip, büyük bir parka gelirseniz onlarca sanatçının farklı disiplinlerden ürünlerini tezgahlarda satışta görebilirsiniz. Hatta bazı tuvallerin boyaları elinize çıkabilir çünkü o sabah tamamlanan tablo, o gün pazara gelmiş olabilir.

Pertevniyal Lisesi’nden sıra arkadaşım, üniversite sonrası tüm abi ve ablalarının yaşadığı Basel’e göçtü. Orada masterını tamamladı, iş ve aile kurdu. Şimdi yine çok güzel işler yapmaya devam ediyor. En önemlisi ülkenin göçmen politikaları üzerine çalışan önemli bir isim.

Ertuğrul Özkök, Art Basel Miami Sanat Fuarına gitti, izlenimlerini yazdı

Birbirimize verdiğimiz sözü tutmaya çalışıyoruz

Bugün de arkadaş olarak hala aynı sırada oturuyormuş hissim devam ediyor. Birbirimize şöyle bir sözümüz var ve tutmaya çalışıyoruz. 1996’dan beri ya yılda bir kez o ve ailesi Türkiye’ye gelecek ya da biz Basel’e gidip birlikte zaman geçireceğiz. Çocuklarımız da ileride bizim gibi dost olsun istiyoruz.

Nerdeyse her yıl Ocak ayının son cuması yapılan ve tüm müzelerin sabaha kadar açık olduğu ve 200 bin nüfuslu şehre, 100 bin kişinin müze gezmeye geldiği Müze Gecesi’ne gitmek en büyük rutinimiz. Pandemi haricinde çok atlamamaya çalıştık. Küçücük şehirde 40’a yakın müze var. Yine ikinci el dükkanları, yazın Ren nehri kıyısındaki kafeler gibi insan sevdiği insanlarla beraber olunca o şehri sevmek için nedenler bulabiliyor. Favori raketimiz Federer de Basel’li.

Londra, Tiflis ve Basel. İlginç gelebilir ama İstanbul dışında  severim ve yaşarım dediğim üç şehir. Ve hepsini sevme nedenim farklı.

Geçtiğimiz  hafta sonu  iş için gittiğim Basel’de en büyük sürprizi havaalanında uçaktan inerken yaşadım. Zaten havaalanının kendisi en büyük sürpriz ya. Sebebi aynı hava alanından ve aynı kapıdan üç farklı ülkeye giriş yapmanız. Almanya, Fransa ve İsviçre. Gün içinde kahvaltıyı Mulhouse’da, kahvenizi Basel’de , akşam yemeğini de -daha ucuz olmasından dolayı- Freiburg’da yeme şansınız var. Arabayla gidebileceğiniz gibi her birine tramvay veya otobüsle de ulaşmak mümkün.

Pasaport kontrolüne giderken, karşımdaki posterde, Basel’in en sevdiğim müzesi olan Beyeler’de en sevdiğim Gürcü ressamlarından Pirosmani’nin sergi afişi ile karşılaştım.

Cumartesi ve Pazar bir proje için çalışacak olmama rağmen işi erken tamamlayıp günümün büyük kısmını Pirosmani’ye ayırdım. Resimlerin karşılarında oturdum, siyah ve mavi ağırlıklı hayvan figürlerini ve Gürcü karakterlerini uzun uzun izledim.

En sevdiğiniz şehirlerden birinde, en sevdiğiniz ressamın sergisi ile karşılaşmak ve daha önce hiç görmediğiniz resimlerini görmek çok iyi hissettirdi. İşin yanına bu merakları eklemek, işimi de güzelleştiriyor. Çoğu ile iş sayesinde tanıştım ve şimdi üretirken onlara da daha çok vakit ayırma zamanı.