Uçak korkum var ama yine de azmettim, bir Dünya Kupası’nı yerinde seyretmek için harekete geçtim. Tek çare otobüs yolculuğu görünüyordu. Çarşamba sabahı Esenler’den kalkan Ulusoy’a bindim, önce Yunanistan, sonra gemiyle İtalya, ardından Avusturya derken ertesi gece 01.00 dolayı Münih’teydim. Ertesi sabah 11.00 civarı uçakla gelen Eray’la (Özer) buluştuk, akreditasyonlarımızı yaptık, kartlarımızı aldık, farklı maçlara yollandık. Ben Leipzig’e yollandım, Meksika-Arjantin maçına gittim. Toplam 10 gün kaldım Almanya’da; Messi’yi dünya gözüyle izlediğim (ki daha çok gençti) Meksika-Arjantin mücadelesinin yanı sıra İtalya-Avustralya, Portekiz-Hollanda ve Brezilya-Gana karşılaşmalarında da tribündeydim. Bu maçlar vesilesiyle Nürnberg, Kaiserslautern ve Dortmund gibi şehirlere uzandım ama Eray’la genel karargâhımız Frankfurt’tu, avukat bir arkadaşımızın evinde kaldık. Maç günleri dışında Main ırmağı kenarındaki o güzelim mekânlarda zaman öldürdük.
Burası Almanya, böyle sevinemezsiniz!
‘Dünya Kupası 2006’ya ait o günlerden geriye birçok derin hatıra kaldı, en ağır basan unsursa Almanların organizasyon konusundaki mükemmel refleksleriydi. O gün bugün her türlü faaliyetin Almanlara verilmesi konusunda ısrarcıyımdır. Öte yandan ev sahibi sıfatıyla toplum olarak da son derece hoşgörülüydüler. Türkiye’ye dönmeden bir gün önce Frankfurt’ta büyük, bahçeli bir kafede Almanya-Arjantin maçını izledim, Klinsmann’ın öğrencileri 1-1 biten mücadelenin ardından penaltılarla çeyrek finale yükselmeyi başardılar. Aynı gün sonradan şampiyonluğa ulaşacak İtalya da Ukrayna’yı 3-0’la geçti. O gece şehirdeki İtalyanlar sokaklardaydı. Kaldığımız mahalledeki şirin pizzacının önündeki kaldırım anında İtalyan bayrağının renkleriyle boyanmıştı. Kimse onları “Siz ne yapıyorsunuz?”, “Burası Almanya, böyle sevinemezsiniz”, “Bizi tahrik etmeyin, sevinmenin de sınırları var” dememişti. Ben ertesi gün döndüm, yarı finalde de Çizmeciler ev sahibini 2-0 mağlup ederek finale yükseldi…
Geçen haftaki Trabzonspor-Fenerbahçe maçı ve sonrasında yaşananlar malum. Türkiye’nin futbol iklimi yeni bir sınavdan daha geçiyor. Aklın, mantığın, sağduyunun yine geriye çekildiği, taraftarlığın, fanatikliğin, adaleti kendi durduğu yere göre tanımlamanın ön plana çıktığı, o bildik reflekslerimizin sahaya sürüldüğü bir dönemi daha yaşıyoruz. Girişte anlattığım Almanya anılarını vesile etmemin ve bende bırakılan tortu üzerinden bir kültürü tanımlamaya çalışmamın nedeni de şu: Söz konusu derbide mücadele sonu sahaya ilk giren maskeli kişinin Almanya’da yaşayan ve bu maç için Trabzon’a gelen Hasan Çetinkaya olduğu açıklandı. Bu şahıs Almanya’da doğmuş mudur ya da sonradan oraya gitmiş midir bilemem ama anlaşılan benim toplam 10 güne yakın süren ‘Dünya Kupası 2006’ serüvenim boyunca kaldığım ülkede gördüğüm futbol ve seyirci kültüründen hiç etkilenmemiş, feyz almamış!
Her olaydan sonra ‘Oyna, devam’
Latife yapıyorum tabii ki, oyuna romantik bakabilirim ama meseleleri bu denli naifçe ele alacak halim yok. Ama yine de şunu söyleyebilirim; Bundesliga’nın herhangi maçında diyelim ki deplasman takımı kazandığı galibiyetten sonra sevindi ve sen de ev sahibi ekibin taraftarı olarak sahaya girdin ve rakip takımın futbolcularına tıpkı burada olduğu gibi ‘efelendin’, saldırmaya çalıştın, muhtemelen senin tribün kariyerin sona erer, muhtemelen hapsi boylarsın, muhtemelen de dersini bir güzel alırsın. Umarım ülkemiz kanunları da benzer cezaları verir ve hukuki süreç gelecekteki olası şiddet gösterilerine de örnek teşkil eder.
Öte yandan bu topraklarda her takımın taraftarlarının geçmiş sicillerinde bu türden olaylar az ya da çok vardır ve mesele geçmişte yapılanların gerçek anlamda öğretici, caydırıcı, uyarıcı yaptırımlarla cezalandırılmamış olmasıdır. Futbol lisanıyla söylersek hukuki mercilerin verdiği bir tür “Oyna, devam” kararları yeni şiddet vakalarına yeni kapıları aralamıştır. Ki sorun sadece futbola ilişkin cezalarda değildir elbet; kadın cinayetleri, hayvanlara yönelik kötü muamele, trafik kazaları vs. derken hayatın farklı alanlarında işlenen suçlara yönelik adaletin eksik tesisi vicdanlardaki yaraları sürekli büyümektedir. Bu bir bileşik kaplar meselesidir, şiddet uygulayan taraftara yönelik cezasızlık hali, basite indirgeyerek söylüyorum; diğer alanlarda takım elbiseyle mahkemeye çıkan ve ‘iyi hal indirimi’yle ceza süresi kısaltılan suçlulara gösterilen bir tür affedici bakışın bir uzantısıdır.
Utanç sayfalarımızdan biri olarak ‘Türkiye-İsviçre maçı’
Toplumun bu konularda elbette kanayan yarası, vicdanlardaki sızısı büyüktür ama öte yandan aynı toplumun umursamaz, unutkan, “N’apalım”cı yaklaşımı da bütün bu genel atmosferin oluşmasına katkıda bulunur. Bu noktada futbola dönelim ve 19 yıl öncesine giderek bir hatırlatmada bulunalım. Bence en büyük utançlarımızdan biri 16 Kasım 2005’te Kadıköy’de İsviçre’yle oynadığımız ‘Dünya Kupası 2006 Play-off turu rövanş maçı’ydı. Deplasmandaki ilk mücadeleyi 2-0 kaybeden Milli Takım, Saracoğlu’nda oynanan ikinci maçı 4-2 kazanmasına rağmen o zamanki “Deplasmanda atılan goller iki sayılır” statüsüne takılmış ve kupayı gitme hakkını kaybetmişti. Hatırlanacağı gibi karşılaşma sonrası ‘Almanya vizesi’ni alamamanın da verdiği sinirle ‘Bizimkiler’ rakip futbolcuları sille tokat girişti. Gerekçe olarak maç bitiminde İsviçreli futbolcuların koşarak soyunma odasına yönelmelerinin bizi ‘tahrik’ ettiği belirtildi ve saldırılar legalize edilmeye çalışıldı. Yardımcı teknik direktörümüzün de katıldığı olaylar sonucu ortaya rezalet bir tablo çıktı. FIFA yaptığı soruşturma sonucu kimi cezalar verdi ama futbol âlemimiz için bu bir utanç sayılmadı. O gün olaylara karışanların kariyerleri sürdü, hâlâ da sürüyor, bir kısmı teknik direktör olarak görev yapıyor, hatta bir tanesi de milletvekili (ki o dövüş kariyerini arada Meclis çatışa altında da sürdürüyor) oldu.
Hesaplaşma yapan yok, yapmaya iten bir futbol kamuoyu da yok
Söylemek istediğim elbette “Olaylara karışanların kariyerlerinin bitirilmesi gerekiyordu” demek değil. Lakin hatırladığım kadarıyla içlerinde bir tek Mehmet Özdilek özür diledi ama genelinden ciddi anlamda bir özeleştiri, “Yaptığımız çok büyük ayıptı” diye bir söz, cümle, hesaplaşma duymadık, görmedik. Batı’da bu tür olaylara karışanlar genelde aradan geçen süre zarfında vicdanlarındaki yarayı toplumla paylaşır ve bir tür arınma yaşamak ister. Bizde böyle bir refleks, böyle bir çaba görmedik. Çünkü dışarıda onları bu türden bir yüzleşmeye iten, itecek olan bir toplumsal yapı vardır. Ameller tartışılır hale gelince bireyler hatasını kabul eder ve kendini tamamen temize çıkarmasa da ruhen rahatlamak ister ve eski defterlerdeki sorunlu sayfaları dürüst bir yaklaşımla yeniden gözden geçirmenin yollarını arar.
Oysa kurucu önderimiz ‘Aynı zamanda ahlaklısını da severim’ demiş
Ben işlenen suçlar hayat boyu ayaklarda bir pranga olarak kalsın demiyorum ama yine de faillerin bir pişmanlık hamlesine soyunması gerektiğini düşünüyorum. Siz Milli Takım’da bütün bir ulusu temsil ediyorsunuz ve bunun bence sadece sportif başarı dışında ahlaki bir yanı da var ve rol modeli olarak yoldan sapmaya hakkınız yok. Hele hele sizin kurucu önderinizin “Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim” diye bir sözü varsa sahada, pistte, salonda, havuzda vs. nerede olursanız olun bir sporcu olarak bu mottoya sadık kalmaya çalışmalısınız. Ki bence bu durum seyirci için de geçerli. Biliyorum adaleti sadece kendi takımı için arayan, hukukun sadece kendi camiası için uygulanmasını isteyen, sırf kazanmaya odaklı bir spor kültüründen elbette bunları beklemek nafile bir çaba ama yine de kendi adıma tarihe notumu düşeyim dedim… Ben de biliyorum ki şiddeti adeta yaşam biçimine dönüştürmüş bir coğrafyada hepimizin işi zor elbette…