Robert Oppenheimer ve Rudolf Höss. 2. Dünya Savaşı’nda binlerce insanın ölümünden sorumlu iki şahsiyet. Kaderin garip cilvesi işte, bu iki ismin hikayesinin anlatıldığı iki film ‘Oppenheimer’ ve ‘İlgi Alanı / The Zone of Interest’ Oscar yarışında karşı karşıya.
Christopher Nolan’ın çektiği, atomun babası olarak bilinen ve atom bombasının mucidi Robert Oppenheimer’ın hikayesini yaz aylarında izledik. Nolan bilimin olanaklarıyla bomba yapıp insanların kitlesel ölümüne neden olan tartışmalı kişilik Oppenheimer’ın trajedisini anlatıyordu filmde. Bomba atılıp binlerce insanın ölmesinin yarattığı sorumluluk duygusu ile iyi bir şey yaptığına inanan bir insanın yaşadığı trajediydi bu.
Sırada ikinci şahsiyet Rudolf Höss var. O Robert Oppenheimer kadar popüler değil. Ama ondan daha fazla insanın kanı var elinde Höss’ün. Toplama kampı Auschwitz’in komutanıydı Höss. Hem de burada en uzun görev yapan komutandı. Jonathan Glazer’ın yönettiği film Höss ve ailesinin toplama kampında harıl harıl insan öğütülürken nasıl konfor içinde bir hayat sürdüğünü anlatıyor.
Höss’e yabancı değiliz aslında. Filmde sağ göğsünün altına astığı bir madalya var. Dikkatli bakınca tanıdık olduğu anlaşılıyor. Osmanlı Harp Madalyası. Çünkü Höss 1. Dünya Savaşı sırasında Alman-Osmanlı ittifakında Filistin ve Irak cephelerinde Osmanlı askerleriyle birlikte savaşmış bir asker. Hikayesini 2013’te Murat Söylemez Atlas Tarih’te yazmıştı.
Aslında tıptı ‘Oppenheimer’ gibi ‘İlgi Alanı’ da bir kitap uyarlaması (Hatta Oscar’da En İyi Film kategorisinin yanı sıra iki film En İyi Uyarlama Senaryo kategorisinde de karşı karşıya). Martin Amis’in aynı adlı kitabından uyarlandı film.
Auschwitz’teki lüks yaşam!
Güneşli bir gün dere kenarında Rudolf Höss ve ailesinin piknik yapmasıyla başlıyor film. Mutlu bir aile. Derede suya giriliyor, yemekler yeniyor. Sonra da eve dönülüyor. Ev dediğimiz villa! Geniş bir bahçesi var. Bahçede Rudolf Höss’ün karısı Hedwig’in özel olarak ilgilendiği envai çeşit çiçek var. Sonradan öğreniyoruz ki Hedwig her hafta bu bahçeden topladığı çiçekleri Hitler’e gönderiyormuş. Hitler’in ideal Alman aile yönergesine uygun yaşıyorlar.
Ama villa toplama kampından bir duvarla ayrılıyor. Toplama kampından bir şekilde izole de edilmiş yani. Yan tarafta insanlar fırınlarda yakılırken duvarın bu tarafındaki villada Höss Ailesi her şeyden haberdar olsa da anormal hiçbir şey yokmuş gibi hayatına devam ediyor.
‘İlgi Alanı’nın Nolan’ın ‘Oppenheimer’indaki gibi Rudolf Höss’ün portresini çizme derdi yok. Filmin meselesi Höss ailesinin katliama hissizliği ve kayıtsızlığının yarattığı soğukkanlı dehşet! Buna yabancı değiliz aslında. Hannah Arendt’in kötülüğün sıradanlığı olarak tariflediği hal bu. Hatta sanatçı Banksy’nin ‘Kötülüğün Sıradanlığının Sıradanlığı’ resmine daha uygun düşüyor film.
Höss görevini verimli bir şekilde yerine getirmekle ve Hitler’in iktidar yapısında işini iyi yaptığı için daha fazla nüfuz sahibi olmakla ilgili. Karısı Hedwig ise kocasının görevi sayesinde elde ettiği konfor alanında, yani villada komutan eşi olarak lüks bir yaşam sürmenin derdinde. Çocukları da sanki bir çocuk bahçesinde oynar gibi gün boyu oynuyor. Hatta oyuncakları bazen soykırım kurbanı insanların dişleri de olabiliyor.
Zihin ve vicdanlarını iktidar, güç ve konfor üçgenine hapsetseler de Höss’ün vücudu bile dayanamayıp tepki veriyor yaşananlara. Ama bu onun için sebebi öğrenilecek bir sağlık sorunu. Hedwig ise daha tehlikeli. Çünkü kocasının tayini çıksa bile lüks yaşamdan vazgeçmiyor ve villasında yaşamak için Hitler’e hediyeler gönderiyor.
Jonathan Glazer kötülüğün sıradanlığı içindeki ailenin hikayesini anlatırken Yahudi Soykırımı’nın nasıl bir düzende yapıldığını sinemada alışılageldiği gibi vahşet göstererek yapmıyor. Hatta kamerası vahşeti göstermeme konusunda kararlı. Ki Alain Resnais’nin ‘Sis ve Gece’ ile Claude Lanzmann’ın ‘Shoah’ belgesellerini izleyenler bunun eski bir gelenek olduğunu bilir. Son yıllardaki çarpıcı filmlerden ‘Saul’un Oğlu’ bu belgesel anlatı geleneğini kurmacaya taşımıştı. ‘İlgi Alanı’ da bu anlatıyı benimsemiş durumda.
Burada bir de parantez açmak gerekiyor. Sinemada Yahudi Soykırım’ını anlatan popüler anlatı geleneği vahşeti öyle ya da böyle göstererek bir dehşet duygusu yaratmayı hedefler seyircide. ‘Sophie’nin Seçimi’, ‘Piyanist’, ‘Hayat Güzeldir’, ‘Schindler’in Listesi’ böyle filmlerdir. Lakin ‘Saul’un Oğlu’ ile başlayarak artık bu dehşet duygusunu göstermeden duyumsatmanın derdinde sinemacılar. Bunun için de ‘Sis ve Gece’ ile ‘Shoah’nın yaklaşımı benimseniyor artık. Şaşırtıcı olan ilk ekolün simge filmlerinden ‘Schindler’in Listesi’nin yönetmeni Spielberg’ün ‘İlgi Alanı’ ile ilgili sözleri: “İlgi Alanı kendi adıma tanık olduğum en iyi Holokost filmi. Özellikle kötülüğün sıradanlığı anlamında farkındalık yaratma konusunda çok iyi bir iş yapıyor.”
Spielberg gibi bu filmde kötülüğün sıradanlığını keşfedenlere diyecek bir şey yok. Hannah Arendt, Höss gibi soykırımın uygulayıcılarından olan Adolf Eichmann’ın 1961’de Kudüs’te yargılamasından sonra yazmıştı kitabı. Bizde de Metis Yayınları tarafından yayımlandı kitap. Arendt’in kitabı yazma süreci de 2012 yapımı ‘Hannah Arendt’ filminde anlatılmıştı.
Jonathan Glazer ‘İlgi Alanı’nda meseleyi kötülüğün sırandanlığına hapsetmiyor, bir iki adım daha ileriye götürüyor. İlk adım Costa Gavras’ın 2002 yapımı ‘Amen’ filminin açtığı bir perspektiften ilerliyor denebilir. O da şu: Genel olarak Yahudi Soykırım’ının çok gizli yapıldığı anlatılır. Gavras ‘Amen’de aslında o dönem birçok kurumun, devletin bundan haberi olduğunu anlatıyordu. Onları ses çıkarmamakla eleştiriyordu.
Glazer da özellikle bunu söylüyor örtülü olarak, hatta toplama kamplarının verimliliğini artırmak için yapılan uygulamaların mühendisler için ne kadar iyi bir iş kapısı olduğunu vurguluyor. Filmde sadece Siemens’in adını geçiriyor ama bugünün pek çok şirket ve kurumunun işin içinde olduğunu anlatıyor bize. Yani kapitalist sistemin söz konusu soykırım olsa bile bundan da kar etmeye çalıştığını söylüyor.
İkinci adım ise bugüne bir gönderme. Filmin sonlarına doğru zaman atlayıp bugünün dünyasından Auschwitz’e bakıyor yönetmen. Müze halini görüyoruz Auschwitz’in. Toplama kampında yaşamını yitirenlerin elbiseleri, ayakkabıları var. Birkaç temizlik görevlisi müzeyi temizliyor. Tıpkı Höss ailesinin yaşadığı villanın sürekli silinip süpürülmesi gibi, ki bu temizliği yapanlar da aslında mahkumlar, yıllar sonra mekan yine tertemiz tutulmaya çalışılıyor. Lakin filmin kurmaca dünyasının dışına çıkıp güncel gerçekliğe parantez açma eylemi oldukça düşündürücü.
Çünkü günümüzde evet Yahudi Soykırımı her şekilde lanetleniyor ve yapanlar suçlu görülüyor ama benzer katliam ve soykırımlar sürüyor. En son, yaşayan en önemli filozoflardan Edgar Morin isyan etmiş ve özellikle Gazze’de yaşananları anarak “Korkunç bir trajedi yaşıyoruz” demişti.
Glazer zaman atlayan kamerasıyla Yahudi Soykırımı’ndan insanlığın ders çıkaramadığını gösteriyor (Ki filmde Höss’ün çocuklarına anlattığı Hassel ve Gretel masalında cadının fırında yakılmasının olumlanmasına yapılan gönderme de Glazer’in geçmişle ders çıkarma bağı kurulmadığını anlatıyor bize).
Yani kötülüğün sıradanlığı devam ediyor. Hatta bu zaman atlamayla yönetmen kötülüğün sıradanlığının sıradan hale geldiğini imliyor. Ki bir kadrajında adeta Banksy’nin ‘Kötülüğün Sıradanlığının Sıradanlığı’ eserine açık göndermede bulunuyor.
Bugün Höss gibi birçokları var. Yani insanlık, insan hayatı söz konusu olunca bir duralım düşünelim noktasında değil. Hala öldürmenin derdinde tüm olup bitene rağmen. Höss savaştan sonra yakalandı. Nürnberg Mahkemeleri’nde yargılandı. 3.5 milyon insanın ölümünden sorumlu tutuldu ama o iki milyon insanın ölümündeki sorumluluğu kabul etti. Diğer insanlar açlık ve hastalıktan ölmüştü Ona göre. 16 Nisan 1947’de komutanı olduğu Auschwitz’te özel olarak hazırlanan darağacında asılarak idam edildi.