Kieran Morris
Hikayeyi her zaman anlattığım gibi anlatacağım. Gençken, en yakın arkadaşımla sürekli eşek şakaları yapardık. Chris Morris gibi olup ünlüleri, gazetecileri ve politikacıları kendi yarattığımız absürt durumları kullanarak kandırmak istiyorduk. Tabii Morris bir dâhiydi ve onun hicvi hala olağanüstü kalitede. Bizse dahi falan değildik. 13 yaşındaki zihinlerimize göre, Morris’in yaptıklarından çok basit bir ders çıkarmıştık: insanları, ünlü insanları öylece arayıp, sırf eğlencesine onlara yalan söyleyebilirdiniz.
Biz de öyle yaptık. İlk denemem 2010 yılının Mayıs ayındaki genel seçim sırasında olmuştu. David Cameron’ın özel kalemi Ed Llewellyn olarak Westminster’daki Hilton Oteli’nin aramıştım. Özel davetlerle ilgilenen müdürle 45 dakika boyunca konuşup, Muhafazakarların muhtemel zaferi için muazzam bir parti ayarlamıştım: yüzlerce şişe Krug, tepsilerce çoban böreği, oy çoğunluğu açıklandığı anda tavandan inecek olan tüyler. Bütün bu talepler, bir akşam üstü okul e-posta adresimden otele iletilmişti. Ertesi sabah coğrafya dersi sırasında sınıftan çıkarıldım ve otelin okulu arayıp 10 bin sterlin depozito istediğini öğrendim. Neredeyse okuldan atılıyordum.
Sonraki birkaç yıl içinde, 13-16 yaşlarımız arasında birbirimizi güldürmek için yine işleri karıştırmaya, taklit yapmaya, sahte e-postalar atmaya, sahte aksanlar yapmaya ve Wikipedia şakalarına devam ettik. Wikipedia’da küçük indie müzik gruplarının sayfalarına, belki kalır diye kendi isimlerimizi ekliyorduk. Ben Avustralyalı bir müzik eleştirmeni tarafından Mystery Jets grubunun “multi-enstrümantalist” üyesi olarak anılacak kadar ileri gittim; arkadaşımın adı İskoç rock grubu Del Amitri’nin İsveççe sayfasında hala duruyor. 2011 yılında Fransız futbolcu William Gallas’ın menajeri gibi davranıp, ona lüks bir Midlands otelinde oda tuttuk ve gazeteleri Birmingham City’e transfer olacağına dair yemledik. Kulüp menajeri Alex McLeish, ertesi sabah Sky Sports News’a çıkıp haberleri yalanlamak zorunda kaldığında gülmekten nefesimiz kesilmişti.
Kendimizi çok güçlü hissediyorduk. Hedeflerimizi taklit edebilecek kadar zeki, onların bize yapacağı misillemeden korkmayacak kadar da aptal olan küçük ustalardık. Ancak en iyiye henüz ulaşamamıştık. 2012 yılında Olimpiyat Oyunları Londra’da düzenlendi. Futbolda yarışan ülkelerden biri Honduras’tı. 10 milyon nüfuslu, küçük bir orta Amerika ülkesi olan Honduras’ın pek de parlak bir futbol tarihi olduğu söylenemez. 16 yaşındaki sinir bozucu iki çocuğun kendilerini adayacağı bir konu olarak mükemmeldi. Ve bir sonraki projemiz için temiz bir sayfa istiyorduk: aradığımızı Honduras’ta 10 numaralı formayı giyen genç orta saha oyuncusu Alexander Lopez’de bulduk.
Lopez 19 yaşındaydı, Honduras Ligi şampiyonu CD Olimpia’yla 28 maça çıkmış ve üç gol atmıştı. Wikipedia sayfasını ele geçirdiğimizde üç gol sayısı 11’e çıkmış, istatistik başlığında “asistleri” diye bir alt başlık oluşmuştu ve o asist sayısının 20 olmasına karar vermiştik. Kendisi için muazzam bir hikaye yazdık. Orta Amerika’daki şöhreti yayılırken, Napoli, Malaga ve Tottenham Hotspur’dan davetler almıştı. Geleceğin yıldızı oydu. Taraftarlar arasında en çok lakabıyla tanınıyordu: “Honduraslı Maradona.”
Çevrimiçi profili büyüyüp ve gelişince hedefimizi yükseltmiştik: adını yazılı basında görmek istiyorduk. Planımız, İngiliz basınını son yıllarda üç Honduraslı oyuncu alan Premier Lig takımı Wigan Athletic’in 2,5 milyon sterline López’i almaya çok yakın olduğuna ikna etmekti. Bir günümüzü önce yerel, sonra bölgesel, daha sonra da ulusal gazeteleri arayarak geçirdik. Farklı anlarda farklı rollere bürünerek kulüp fizyoterapisti, fizyoterapistin arkadaşı, menajer ve yerel serbest gazeteci oldum. Akşam olduğunda, bir gazeteciyle görüştüğünü zanneden bir editör bizi aramıştı. Ve 28 Temmuz 2012’de, Olimpiyat Oyunlarının açılışı için çıkarılan özel Times gazetesinin arka sayfalarından birinde şu kader belirleyici cümle görüldü: “Wigan Athletic, Honduraslı oyun kurucu Alexander Lopez için Olympia’yla 2,5 milyon sterline anlaştı.” Haber, Honduras’ın yerel tabloid gazetesi Diario Diez’de bile çıkmıştı. Güldük, çok hoşumuza gitmişti. Yine başarmıştık.
Lopez konusu aramızda özel bir şaka haline gelmişti. Aylar geçerken ismini kontrol etmeye devam ettik, istatistiklerini daha da yükselttik. 2013 yılının Temmuz ayına geldiğimizde 18 gol ve 34 asisti vardı. Bu sayılar, onu benzer yaştalarken Messi ve Ronaldo’nun seviyesine getiriyordu. Kimsenin inanmayacağı rakamlardı bunlar.
Ardından, şakanın üstünden yaklaşık bir geçmişken bir Ağustos akşamı, gerçekten inanılmaz bir şeye denk geldik. Büyük bir ABD takımı olan Houston Dynamo tarafından yayınlanan bir basın açıklamasıydı. Kulüp, “51 resmi maçta 18 gol atmış ve 34 asist yapmış”, “parlak bir geleceği olan, genç bir yabancı oyuncu” ile 1 milyon dolara anlaştığını duyuruyordu.
Aman Tanrım.
Yeni transfer yılda 212 bin dolar kazanacaktı. Kulübün maaş sıralamasında 5. sıradaydı.
Mümkün değil.
Kulübün sitesi yeni transferini, sevinçle parlayan yüzüyle Lopez’in “ALEX – 10” yazan turuncu bir forma tutarkenki mutlu bir fotoğrafıyla kutladı.
Biz yapmamıştık, değil mi? Yapmış mıydık?
Şaşkınlıktan kocaman olmuş gözlerimizle forumları ve yorum sayfalarını taradık. Taraftarlar seveceklerinden emin oldukları yeni transferlerini, MLS’i büyüleyecek, Houston’a tekrar zaferi ve ününü getirecek bir yeteneği kutluyorlardı. Honduraslı Maradona’yı karşılamak üzerelerdi.
Bu hikayeyi bütün yetişkinlik hayatım boyunca anlattım. Anlattığım herkes, hikayeyi bitirdiğimde sözleşmiş gibi aynı soruyu soruyor: “Alexander Lopez’e ne oldu?” İyi bir soru. Minik yıldızla işim bittikten sonra detaylar pek ilgimi çekmemişti. MLS’i büyülememişti; belki de kulüp gerçekleri öğrendi ve onu as takımın antrenmanlarına çıkarmamaya başladı diye düşünüyordum. Sonunda Suudi Arabistan’a gittiğini biliyordum. Kim bilir nasıl kazanıyor, derdim. “Sana borçlu!” diye gülerdi insanlar. Sahte bir alçakgönüllülüğe mahal vermeden, “Evet, belki de bunu biliyor! Nerede benim payım?” diye cevap verirdim.
Benim Lopez’e kazancımdan bir pay borçlu olmam daha olasıydı. İlk günden beri bu işten nemalanıyordum. İlk stajımın iş görüşmesinde bu şakayla övünmüştüm; telifli yazdığım ilk yazının konusu buydu, Halycon diye küçük bir Liverpool dergisine yazmıştım; ve o yazı bana ilk işime direkt olarak, ardından dolaylı olarak ikinci, üçüncü ve dördüncü işime girmemi sağlamıştı. Bu şaka sayesinde hep bir yerlerle bağlantıda oldum, hep övüldüm ve bu şaka bana hep profesyonel fayda sağlayan basit bir numara oldu.
Bir noktadan sonra Lopez’in neler yaptığını takip etmeyi bıraktım ama yine de hikayeyi anlatmaktan vazgeçmedim. Yalnız bütün bu övgüler ve hava atmalar arasında, bunca zamandır övündüğüm şeyin etkileri üzerine daha fazla düşünmeye başladım. Eğer şakam sahiden de Lopez’in transferinde rol oynadıysa, genç ve umut vaat eden bir futbolcunun hayatıyla duygusuz bir şekilde oynamış olurdum. Onu Houston’da başarısızlığa mahkum etmiş olabilirdim: gerçekçi olmayan beklentilere sahip taraftarlar, hayal kırıklığına uğramış antrenörler ve takım arkadaşları, kendini yeni bir yerde kaybolmuş ve yalnız hisseden genç bir adam. Eğer transferi sadece bir tesadüfse ve benim şakam etki etmediyse, o zaman da tanıştığım her arkadaşıma ve iş arkadaşıma yalan söylemiş, temelleri sağlam olmayan, 2012’den kalma yanlış bir transfer dedikodusunun üzerine inşa ettiğim bir fanteziyle kibirleniyor olurdum.
Düşündükçe kendimi daha çok yedim. Trol müydüm, masalcı mıydım veya ikisi birden miydim, bilmek istiyordum. Ve internette güvenebileceğim kaynak sayısı sınırlı olduğundan (kaynağa ilk zehri ben atmıştım –kendi yarattığım bir problem olduğunu kabul ediyorum), Honduraslı Maradona’yla konuşabilmek, hayat hikayesini düzeltmek ve yaptıklarımı ona anlatmak için Londra’dan Houston’a, oradan da kim bilir nereye giden bir Alexander López’i arayış yolculuğuna çıktım.
Gençken yaptığınız son derece aptalca bir şeyin temeline inmek için uzun bir uçak yolculuğuna çıkmanın bir sorunu, havada sadece orijinal planınızın katıksız aptallığı üzerine düşünmek için çok zamanınızın olması değil, bu orijinal planınızın arkasından gelişen olayların güya yetişkin olan sizi, bilmediğiniz bir şehre giden bir uçakta oturtup, aşırı zayıf bir bahaneyle görece büyük bir MLS takımının yönetiminden bir sürü insanla röportaj yaptıracak olmasıdır. Houston Dynamo ziyaretimi inişimden hemen sonraya ayarladığım için, en sevdiğim uzun uçak yolculuğu aktivitesi olan, bayılana kadar votka ve Powerade içip 10 saat uyuma işini yapamadım.
İndikten sonra, şehrin güneyindeki Houston Sports Park’ın yolunu tuttum. Lopez geldiği sırada kulübün futbol operasyonları direktörü, şimdi de kulübün genel menajer yardımcısı olan Nick Kowba’yla buluşmak için beklerken, toplar ve konilerle dolu golf arabalarının en yakın iki sahayı ayıran çıkmaz sokağı dolaşmalarını izledim. Hatta bir kaleci bana el salladı. Sanki içeri zorla girmişim gibi hissettim.
Lopez’le ilgili konuşabilmek için Houston’da neredeyse bulduğum her yetkiliyle röportaj ayarladım: Kowba, eski teknik direktör Dominic Kinnear, eski başkan Chris Canetti, eski başkan yardımcısı Matt Jordan ve Honduras ve Dynamo ikonu Oscar Boniek Garcia. Onlarla yaptığım konuşmalardan tutarlı bir hikaye çıktı.
Kowba, 2012 yazında García tarafından Lopez’in Olimpia’daki potansiyeli hakkında bilgilendirilmişti (bunu aklıma yazdım, internetteki istatistikleriyle oynamaya başladığım zamana denk geliyordu neredeyse). “Boniek’in bize ‘Bu adamı bir izleyin.’ dediğini hatırlıyorum, biz de öyle yaptık. Karakteri, profesyonelliği ve aile hayatını öğrenebilmek için etrafa soruşturduk.”
Aynı zamanda gözlemcilik yapan teknik ekip, Lopez’in Olimpiyat Oyunlarında Honduras’la yaptığı maçları izlemeye başladılar. Daha sonra, Olimpia’daki maçlarını yerinden izlemek için ülkesine uçtular. Kinnear etkilenmişti. “Bütün testlerimizi geçmişti.” dedi bana Zoom’da konuşurken. “Üst yönetime MLS’te ve belki de daha fazlasında parlak bir geleceği olan bir oyuncu olduğunu söyledim.” Kulüp onu havada kaptı.
Başlarda, işler iyi gidiyor gibi görünüyordu. İlk maçında, Houston’ın New York Red Bulls karşısında aldığı 4-1’lik yenilgide takımının tek golünün asistini yapmıştı. Ancak Honduras ve Amerika ligi arasındaki uçurum sebebiyle bir süre sonra gelişimi yavaşladı. Kinnear, muhabirlere Lopez’in kondisyon sorunu olduğunu söylemişti. Lopez’in 2013 yılının Aralık ayında yaptığı Honduras ziyaretinde basın mensuplarına aktardığına göre dil de bir problemdi.
Dynamo taraftarlarının yeni transfere duydukları ilgi çabuk sönmüştü. 2013 Ağustos’unda geldiğinde, İspanyolca bir yayın olan Houston lifestyle dergisi Famosos “el Maradona Hondureno”, yani Honduraslı Maradona’nın gelişini kutluyordu.
Bir taraftar, Twitter’da şöyle yazmıştı: “@HousyonDynamo’da eksik olan yaratıcılık ve canlılığı getireceğine dair umudum var.” Bir başkası da, “Neredeyse Dynamo’nun yaptığı her hareket doğru.” Üç hafta geçtiğinde Houston taraftarı şüphelenmeye başlamıştı. @Skeelon1215, “Kıçımın Honduraslı Maradona’sı!” dedi.
Lopez, ancak 10 ay sonra tekrar bir maça ilk 11 başlayabildi. Bu seferki maçı Sporting Kansas City karşısındaydı, takımı 2-0 yenildi. Kinnear yönetimindeki son ilk 11’i oldu bu maç. Kinnear’ın yerine gelen İskoç veteran Owen Coyle yönetimi altında biraz form tutmuştu ama kontrat yenileme zamanı gelip de kendisine daha düşük bir maaş önerilince memleketi Honduras’a dönme kararı aldı. Altı ay sonra, daha çok uluslararası hentboldaki başarısıyla tanınan, bünyesinde çeşitli branşlarda takımlar barındıran bir kulüp olan Al-Khaleej’in futbol takımında oynamak için Suudi Arabistan ligine gitti. Orada altı ay kalabildi, kariyerini yeniden canlandırabilmek için Olimpia’da oynamak üzere Honduras’a döndü.
Houston’da, Lopez hakkında bir taraftar bakış açısını ararken, takım şehir dışında oynarken Dynamo hayranlarının bir araya geldiği bir yere, Cobo’s adlı bir spor barına yönlendirildim. Oraya kulübün resmi taraftar gruplarından biriyle görüşmeye gittim: Surge. Dört taraftar grubu arasında en havalı ve en yeni olanı. Meksika yemeği quesedilla yerken ve kutu kutu Lone Star içerken, Lopez’e dair bir şeyler görme umuduyla odayı taradım. Konuştuğum taraftarların büyük çoğunluğu onu hemen hatırladı. Nasıl bekleneni veremediğini veya ondan nasıl daha iyi faydalanabileceğini anlattılar, neden yedi yıl önce küçücük bir rolü olan bir oyuncuyla ilgili bilgi topladığımı merak ediyorlardı. Hepsi kabul edilebilir tepkilerdi.
2006 yılından beri bu takımın taraftarı olan ve üretken bir Youtube canlı yayıncısı olan Robb Zipp’e konuyu sorduğumda, hiçbir şey hatırlayamadı. Ardından, şunu sordu: “Wikipedia sayfası var mı?” İşte buna evet diyebilirdim. Dışarda oturup biralarımızı içerken, Lopez’in çevrimiçi profilinde gezindik – dürüst olabilmek için, kendi becerim olan kısımları gösterdim. Zipp, Lopez’in üstünde turuncu Dynamo formasını görünce sahiden şaşırdı.
Peki, şakam Dynamo yönetimine ulaşmış mıydı? Yönetimdeki herkese sordum ve hepsinin cevabı insanı sinir edecek derecede açıktı. Honduraslı Maradona hikayesini Kinnear’a sorduğumda kahkahalara boğuldu. “Bu lakabı ilk senden duyuyorum, bugün.” dedi. Boniek Garcia’nın bir fikri yoktu, Kowba duyup duymadığını hatırlamıyordu ama bu tarz lakapların tamamını “öylesine” olarak tanımlıyor ve “dürüst olmak gerekirse kimsenin lakabına dikkat etmiyordu.”
Eski kulüp başkanı Chris Canetti olayı biraz anlamış olabilir. Konuyu sorduğumda, “transfer sırasında [lakabı] bildiklerini, ama pek de önem vermediklerini” söyledi rahatlıkla. Konuya hakim olacağından emin olduğum bir adamla, eski teknik direktör ve kıdemli başkan yardımcısı Matt Jordan ile sahte istatistikler mevzuna girdiğimizde, çok az konuştu: görevdeyken ve o zamandan beri hiçbir şey duymamıştı.
En azından Lopez’in Houston’daki dönemini daha başlamadan mahvettim diye kendimi suçlamaktan vazgeçebilirim gibi hissediyordum – Dynamo çalışanlarının hepsi onu seviyordu, hepsi daha çok şey yapmış olmasını diliyordu ama o geldiğinde bir altın madeni bulduklarını düşünmüyorlardı. Yalnız taraftarla veya kulüp çalışanlarıyla yaptığım konuşmalarda Lopez’in sonraki hayatıyla ilgili pek bir şey öğrenememiştim. Ben de bunun üzerine artık FC Cincinnati’de yardımcı teknik direktör olan Kinnear’a geri gittim, Lopez’i takip edip etmediğini sordum. Etmişti.
Alexander Lopez’in Kosta Rika’da oynadığı ve orada önemli biri olduğu ortaya çıktı. Kulübü LD Alajuelense, 2020 yılında 30. lig şampiyonluğunu kazanmıştı. Aynı yıl, ezeli rakipleri Deportivo Saprissa’yı finalde yenerek Concacaf Ligi’ni –Avrupa Ligi’nin bölgesel dengi– de kazandılar. Kupa kazandıran golü Lopez atmıştı. Bu yazıyı yazdığım sırada, Alajuelense yine yerel ve kıtasal şampiyonluk almak üzereydi.
Kinnear, geçen sene Lopez’i bölgenin en iyi turnuvası olan Concacaf Şampiyonlar Ligi’nde, Atlanta United karşısında Alajuelense’de oynarken izlemekten çok hoşlandığını söyledi. “Ve biliyorsunuz, hala tam olarak aynı şekilde oynuyor. Sanki onu ilk kez izliyormuşum gibiydi. Hiç değişmemiş” dedi.
Durumumu düşündüm. Kosta Rika Houston’a üç buçuk saat mesafedeydi, evimse 12. Uçuşlar da uygun fiyatlıydı, kalacak yerler de. Houston’da sorularımın bir kısmına cevap almıştım ama tam olarak aradığımı bulamamıştım. Benim asıl aradığım Lopez’di ve bir gün bu hikayeyi bitireceksem, o gün bugündü. San José’ye uçmalıydım, hem de hemen.
Tuhaf isimli George Bush Kıtalararası Havaalanı’na giden bir taksideyken, şehrin futbol takımı olduğuna bile şaşıran güleryüzlü Teksaslı emekliye oraya nasıl geldiğimi, Kosta Rika planlarımı anlattım hızlıca. Hikayem konusunda duyguları çelişkiliydi. Terminale vardığımızda 20 dakika anlattığım hikayemi toparlarken, biraz kırıcı bir şekilde “Aferin” dedi.
Çığır açan bir anlatı olmadığı doğruydu. Ama yine de, San Jose’ye giderken bilinmeze doğru yol aldığımı hissediyordum. Uçağa binerken elimde yalnızca Lopez’in menajerinin telefon numarası ve onu görebileceğim kısa aralığın ne zaman olduğu bilgisi vardı: her ikisi de Kosta Rika’nın uzak köşelerinde, evinden uzaktaki iki maçı arasında bir noktada ve hemen ardından antrenmana gitmeyeceği bir zaman. 2017’de geldiğinden beri Lopez ligin önde gelen oyuncularından biri haline gelmişti. Kevin de Bruyne’yle iki gün önceden haberleşip röportaj ayarlayamayacağım gibi, onunla pat diye röportaj yapabilme beklentim olmamalıydı.
Geldiğim anda odamı ana kumanda merkezine çevirip tercümanlara, menajerlere ve bir umut, Lopez’in kendisine ulaşmaya çalıştım. Röportajı kendisini veya temsilcilerini korkutmadan ayarlamaya çalışırken, basitçe “wonderkid” tabir edilen sporcular üzerinde olan yüksek beklentilerin uzun vadeli etkilerini araştıran bir spor muhabiri tarzı bir kişiliğe büründüm. Ki bu da temelde olmasa da aslında doğruydu.
Dizüstü bilgisayarım, telefonum ve Google Translate’ten, yalnızca otel havuzuna gidip Sprite içerek bir sonraki hamlemi planlamak için ayrılarak, röportajı ayarlama ihtimalim arttıkça planımı ilmek ilmek ördüm. Azimliydim. Marlon Brando’yla yaptığı ünlü röportajı ayarlama sürecinde Kyoto’daki Truman Capote’tum. Müttefiklerin kanalı geçtiği akşam Normandiya’dan muhabirlik yapan AJ Liebling’dim.
İspanyolcamın en iyi haliyle attığım birkaç yağcı mesajdan sonra, sonunda tarih ve saat verildi: ertesi gün, San Jose’de, saat 16:00’da, Costa Rica’nın en yüksek binası olan Hilton La Sabana’nın SkyLobby bölümünde. O akşam, yürüme mesafesinde bulunan tek restorana giderek kutlama yaptım: o kadar yerin içinde, bir körici. “La especialidad de la casa”, yani restoranın spesiyalini söyledim. O da ekstra acılı kuzu korma çıktı.
Büyük gün geldiğinde, iyice hazırlanabilmek için yakındaki bir bara konuşlandım. Her cümleyi düşündüm, ne kadar sıkı tokalaşacağımı planladım ve benim için oldukça gerçek bir ihtimal olan suratımın ortasına yumruk yeme ihtimalimi düşündüm. Trafikli yolu izlerken, yumruğu bir erkek gibi karşılamak için pratik yapmak amacıyla dişlerimi sıktım.
Tercümanım Illena Hilton’a vardığında 18. kata çıktım, Kosta Rika stadına bakan bir koltuğa oturdum ve Birleşik Krallık’a geri kaçma fikrini düşündüğüm sırada oyalanarak terli başparmaklarımla yazdığım “Estamos en SkyLobby” (“SkyLobby’deyiz”) mesajımı gönderdim.
Lopez asansörden inip lüks ve havadar bara geçerken gayet rahat görünüyordu. Alajuela’ya yakın oturmasına rağmen, kızlarını yüzmeye götürebilmek için San Jose’deki Hilton’dan bir oda tutmuştu. Sponsorluk anlaşması gereği ismi La Liga Promerica olan ligin yıldızı olunca böyle şeyler yapabiliyordunuz. El sıkıştık, biraz havadan sudan konuştuk ve kariyerinin kısa bir özeti olan konuşmamızı yapmak üzere oturduk.
Meğerse ona sahte bir şöhret yaratmama gerek yokmuş: Lopez zaten kendi halinde olağanüstü biriymiş. 15 yaşlarında, profesyonel kontrat bile imzalamadan önce yedek takımda koca koca adamlarla antrenmanlara çıkarken, kendisine Olimpia’nın genç yıldızlarından biri gözüyle bakılıyormuş. Lopez, “Daha yeni 18 olmuşken, Rosenberg’in başkanı,” –Norveç’in en çok kupa kaldıran takımı– “beni izlemeye geldi ve beni almak istedi.” dedi bana. “Ancak başkanımız müsaade etmedi. Önce daha çok tecrübe kazanmamı istiyordu.” Ardından, o sıralarda –kendisini Wigan Athletic’le ilişkilendirmeye çalışmadan tam bir yıl önce– Arsenal’ın da dikkatini çektiğini ve onlarla birkaç haftalığına onlarla antrenmana çıkma teklifi aldığını söyleyerek beni çok şaşırttı.
Houston’da geçirdiği günler hakkında konuştuk. Onun anlatımı da Dynamo teknik ekibinin anlattıklarıyla uyumluydu: Kondisyon, oyun temposu ve dil problemleri vardı. Ancak Houston’ı ve ABD’yi sevmişti. Kızlarından biri o Houston’dayken doğmuştu. Orada arkadaş edinmiş, futbolcu olarak kendini geliştirmişti. Bir muhabirin yapacağı gibi, sıradan bir olaymışçasına lakabını sordum ama hayatın içinden bir tuhaflık diye gülüp geçti – taraftarlar bazen böyle saçma lakaplar takabiliyordu!
Suudi Arabistan’ın küçük bir şehrinde geçirdiği yalnız, zor aylardan bahsederken ise daha üzgündü. “Gündüzleri çok sıcak olduğu için antrenmanları akşam 11’de yapardık. O yüzden eve, çocuklarımın ve eşimin yanına ancak sabaha karşı 2’de gelirdim. Gün içinde markete gider, yemek yer, uyurdum ve akşam uyanıp yine antrenmana giderdim.” Yaşadığı hayatın acımasızlığı, onu aldığı paranın buna değip değmediğini düşünmeye itti. Kontratı iki yıllık olmasına rağmen, kontratını erken bitirdi ve evine döndü: kendini nihayetinde bulunduğu yere getiren bir kumar.
Alajuelense’de kabul görmesi de biraz zaman aldı. 2019 yılında bir turnuva finalinde kritik bir penaltıyı kaçırmasının ardından eve giderken bütün yol ağladığını itiraf etti. “Taraftar çok sinirlenmişti, takım için yeterince uğraşmayan bir yabancı olduğumu söylüyorlardı” dedi. “Kariyerimin en zor anıydı.” Fakat o günden bu yana Alajuelense’yi zafere ulaştırarak borcunu kat kat ödemişti.
Lopez röportaj bittiğinde ayağa kalktı, benimle el sıkışıp gitmeye hazırlandı. Hazır yanımdayken ona anlatmam gereken bir şey daha olduğunu söyledim. Son bir gazla, hikayeyi anlaşılır kılmaya çalışan tercüman için kısa bölümlerle beni oraya getiren hikayeyi anlatmaya başladım. Tüm bu anlatı, önemli detaylarla uzadı – ‘“Wigan Athletic”; “perfil de Wikipedia”; “Maradona Hondureño”. Hikayede ilerledikçe, Lopez sanki acemice düzenlenmiş bir yakalama operasyonunun ortasında kalmış gibi gizemli bir biçimde bana bakıyordu. Sporcuların bu gibi durumları engelleyebilmek için onlarca güvenlik katmanı olurdu.
Lopez, bir noktada kocaman açtığı gözlerindeki kuşkulu bakışlarla kafasını bir sağa bir sola hareket ettirerek sanki kurbağa gibi bir ses çıkarmıştı. Kafasını sallıyordu diyemeyeceğimiz kadar yavaş yapıyordu bu hareketi. Bu ne anlama geliyordu? Houston yolculuğundan, taraftarlar ve teknik ekiple geçirdiğim zamandan, buraya yaptığım uçuştan, şu anda yapmakta olduğumuz toplantının onaylanması için geçirdiğim sinir bozucu bekleyiş sürecinden bahsederek devam ettim.
Nihayetinde, güldü. Ve sonra kafasını geriye atıp, elleriyle yüzünü kapatarak gülmeye devam etti. Ona hayatının akışını istemeden de olsa değiştirmiş olabileceğimi anlatıyordum. O da bunu komik bulmuştu sanki. Kızgın taklidi yaparak, “Neden daha önce söylemedin bunu? Sana bir Dynamo forması getirirdim!” dedi.
Sonraki dakikalar rahatlamayla, flulaşmış şişkin yanaklarla ve bitkin teşekkürlerle geçti. İngiliz bir gazetecinin tuhaf röportaj talebi artık Lopez için anlam kazanmıştı. “Artık biliyorum” dedi parmağıyla kafasına vurup gülerek. Onun için bütün bu saçma hikaye karşılıklı fayda üzerineydi. İkimizin de hayatı kısmen bu hikaye üzerine kuruluydu – en azından birimizinki. Şimdi ben röportajın bir tarafında, o da diğer tarafında, ikimiz de geldiğimiz yerden çok uzaktık.
SkyLobby’nin terasında bu yeni karmaşayı ve bütün bunların gerçekte ne anlama geldiğini konuştuk. Sporun ona getirdiklerinden, onu nereye götürdüğünden bahsetti, bu sefer biraz daha özlem doluydu: onun hesabına göre her kıtaya götürmüştü; hatta bir Güney Kore takımından bile teklif almıştı, ancak o kulüp Alajuelense’nin Lopez için olan finansal beklentilerini karşılamaktan çok uzak olduğu için teklifin bahsi bile geçmemişti. Son bir büyük fırsat için kaşınıyordu. Belki de, diye düşündü, bunca yolu onu yazmak için geldiğim için, geleceğindeki gelişmelerde bir etkim olabilirdi. Kariyerinin bir sonraki durağında daha çok röportaj yapmak için söz verdi; şimdiye kadar yıllar boyunca gizli gizli yaptığım gibi onu takip edebilirdim. Artık gerçekten haberi vardı.
Lopez Kosta Rika’da kalsa bile, zaten Kuzey ve Orta Amerika’da kendi izini bırakmıştı. Hatta yeni bir lakabı bile vardı: El Ingeniero, yani “Mühendis” – oyun kurduğu, hücumları organize ettiği ve takımı koordine ettiği için. Meğerse mühendislik Lopez’in aile mesleği gibiymiş. Kardeşi bildiğimiz anlamda mühendis, artık kendisi de öyle. Annesi buna bayılıyor. En güzeli de, olması gerektiği gibi, lakabın ona Alajuelense taraftarı tarafından verilmiş olması.
Orijinal link: https://www.theguardian.com/football/2022/oct/13/the-amazing-trueish-story-of-the-honduran-maradona-alexander-lopez
Guardian’dan çeviren: Bengi Yıldırım