Levent Erden’in en güzel gün batımı olarak önerdiği Kallavi Sokak’ta, kadınların eliyle güzelleşen ve tüm sokağı adeta ahtapotun kolları gibi sevgiyle saran Fıccın’da sevdiğim bir girişimin kurucusuyla buluştuk. İkimizin ortak özelliği Beyoğlu’nu ve işimizi çok sevmemiz. Buluşmanın sonlarına doğru bana dönüp “Beyoğlu’nu bir yazsan ne güzel olur, kim bilir ne çok anın vardır” teklifi yaptı. Buluşmadan üç gün sonra Mubi’de 1989 yapımı, konusu Beyoğlu’nda geçen Yeşilçam filmi “Hayallerim, Aşkım ve Sen”e rastladım. Yirmi yaş heyecanıyla izleyince artık Beyoğlu’ndan kaçarım kalmamıştı.
68 Eyüp doğumluyum. On bir yaşında, babam bir pazartesi sabahı elimden tuttu ve 99 numaralı Üç Şehitler-Eminönü belediye otobüsüne bindirdi. Eminönü’nde otobüsten indikten sonra, haftada en az üç kez tuhafiye dükkânındaki eksikleri tamamlamak için alışveriş yaptığı ama daha çok iş ve politika sohbetlerinden zevk aldığı toptancı dostu Selahattin Abi’nin Candan Tuhafiye dükkânına beni bıraktı.
“Eti senin, kemiği benim” deyip demediğini hatırlamıyorum ama aralarındaki sessiz anlaşmadan böyle olacağı anlaşılıyordu. Okul henüz kapanmış ve ben pazartesi sabahı ilk çıraklık denememe başlamıştım. Ve bundan sonraki 10 yıl bu şekilde devam etti. Üniversite bitene kadar, bugün staj dediğimiz para ve deneyim kazanma sürecim devam etti. Staj belgem olmadı, ama gördüklerim ve öğrendiklerim bana rehber olmaya devam etti.
Çok da iyi bağlar kurdum. Girişimci olsaydım düğme, çıtçıt, fermuar, çorap, kurdele pazarında global markalar yaratma konusunda çok iyi mentorlarım, hatta ortaklarım olabilirdi. Hem öğreniyor, hem para kazanıyor, hem de yeni dünyalar keşfediyordum.
İlkokuldaki öğretmenlerimiz ‘çok özel’ insanlardı
Haftanın altı günü sabah 7’de işe başlar, akşam 6 gibi eve dönerdim. Cumartesi günleri ise öğlene kadar çalışır, sonra ceplerimize haftalıklarımızı koyar, bir müşterinin yakın bölgedeki dükkânına paketleri bırakmak için uğurlanırdık. Cumartesi öğleden sonra başlayıp pazara kadar süren o kısa zaman diliminde ne çok şey sığdırırdık. En büyük tutkumuz ise Beyoğlu’ndaki sinema ve tiyatrolardı. Aldığımız harçlıklarla arkadaşlarla birlikte pazar sabahı ilk ve ucuz 10 veya 11 matinesine gitmek için yola çıkardık.
Beyoğlu düşlerimizden büyüktü ve bir otobüs durağı kadar yakındı bize. Tek biletle sinemalara girip dünyanın tüm ülkelerine, okyanuslarına, dağlarına, aşklarına ulaşabilirdik.
Tiyatro sevgimizi ise ilkokul öğretmenlerimize borçluyuz. İlkokulu okuduğum Eyüp Merkez İlkokulu’ndaki öğretmenlerim Emine ve Nazmi Şentürk ile okul müdürümüz İshak Pınarbaş ‘çok özel’ insanlardı. Bizi ve hayatımızı değiştirme gücüne sahiptiler. Sadece bizi değil, ailelerimizi de peşlerine takmışlardı.
Eyüp’te okuduğum devlet okulunda büyükçe bir tiyatro sahnesi vardı. Her sene isteyen sınıf öğretmenleri öğrencileriyle tiyatro oyunu hazırlardı. Uzun süren hazırlık ve provalardan sonra ailelerimize ve davetlilere usta oyuncular gibi sahneye çıkar, oyunumuzu oynar, alkış alırdık. Yaşlarımız 10-11, baştan sona en az bir saat süren gerçek tiyatro oyunları. Evde role uygun kostümler dikilir, okul çıkışı provalar yapılırdı. İzleyicilerimiz, önce okulda bizden küçük sınıflarda okuyan kardeşlerimiz, sonra da esnaf babalarımız ve ev hanımı annelerimizdi. Büyüklerimiz birbirini çoğunlukla tanırdı.
Okul yönetimi ve öğretmenlerimiz hemen her ay Beyoğlu’ndaki Dostlar Tiyatrosu, Ferhan Şensoy Tiyatrosu, Harbiye Muhsin Ertuğrul Şehir Tiyatrosu, Fatih’teki Reşat Nuri Güntekin Tiyatrosu’nun oyunlarına bilet alır, velilerimizle birlikte tiyatrolara giderdi. Otobüsler okulun kapısından kalkar, oyun izlendikten sonra dönüşte okul kapısından evlere dağılınırdı.
Bölgede neredeyse her iş hanının içinde bir tiyatro veya sinema vardı
Bizler de hafta sonu çocuk oyunlarına giderdik. O zamanlar her bankanın çocuk tiyatrosu vardı ve şubelere ücretsiz bilet gelirdi. Her pazartesi, okul çıkışı şubeleri gezip davetiyeleri toplamak benim işim olmuştu. Küçükken annemle, büyüdükçe arkadaşlarımla bu gelenek hep devam etti.
Şişli’den Galatasaray’a kadar olan bölgede neredeyse her iş hanının içinde bir tiyatro veya sinema vardı. Sokakta yürürken dükkân vitrinlerine değil, sinema ve tiyatro afişlerine bakardık. Bilet almak için gitmek istediğiniz tiyatroya gitmek zorundaydınız. Bilet almaya gitmemek için sezon başında çok sayıda oyuna bilet alıp stoklardık ya da her gittiğimiz oyun öncesi diğer gitmek istediğimiz oyuna bilet alırdık. Gençlik yıllarımda bu alışkanlık hep devam etti. Elmadağ’daki Şan Tiyatrosu, en güzel müzikalleri, konserleri izlediğim büyülü mekânlardan biri olarak hafızamda yer aldı. Timur Selçuk, Zülfü Livaneli ve Barış Manço konserleri Şan Tiyatrosu’nda izlediğim ve aklımda en çok yer edenler. Sonrasında geri gelmesi mümkün olmayan eski ve güzel sinema ve tiyatro binaları yıkılarak yerlerine kötü binalar yapıldı. Çoğu sinema ve tiyatro bu yıkımlarla yok oldu ve tarihe karıştı.
Gezi Parkı’nın Şişli yönüne giden büyük caddesinde otobüslerin son durakları bulunurdu. 55 numaralı Taksim otobüsü oradan kalkardı. Durağın arkasında belediyenin resim galerisi ve birkaç turistik pub hatırlıyorum. Taksim’e en yakın bölümde ise Türkiye’de açılan ilk McDonald’sla önündeki uzun kuyrukları. Yaşlar büyüyüp gençliğe adım attıkça Beyoğlu da bize uydu. Gençleşti, güzelleşti, yenilendi.
Üniversite yıllarında Film Festivali’ni keşfettim. Dünyanın her ülkesinden aşklar, acılar ve hikâyeler. Yılmaz Güney’ler, Tarık Akan’lar, Hale Soygazi, Türkan Şoray ve Kadir İnanır’lar. Beyoğlu, elini değdiği her şeyi güzelleştiriyordu. Gündüz sinema izleyip akşam kalmadan döndüğümüz pavyonların ağırlıklı olduğu bölge, bir süre sonra rock hatta caz mekânlarına dönüşmeye başlamıştı. Her hafta gittiğimizde yeni mekânlar açılıyor, gecede iki-üç yer denemeden dönemiyorduk.
İlk biramı, ilk konserimi, ilk maçımı, ilk filmimi, ilk oyunumu, ilk sergimi ve sayamayacağım kadar çok güzel ilki burada, bu küçük cadde ve çevresinde yaşadım. Bazen Tarlabaşı’nda Hasır’da, bazen Sıraselviler’de Roxy’de veya bir caz barda müzik dinledik. Hayal Kahvesi’nde sevdiğimiz gruplarla birlikte söylediğimiz şarkılar, bir iki dükkân aşağıda Cem Karaca ile “Ceviz Ağacı”nı mırıldanmamız, biraz yürüyerek Kemancı’da katlar ve gruplar arası seçim yapmakta yaşadığımız zorluklar. 2000’li yıllar Peyote, Godot, Dulcinea ve daha nicesi. Sokaklarda Türk’ten çok yabancıların mekan mekan dolaştığı, akşamları yenilenen iyi otellerde konakladığı Beyoğlu. Talimhane’si, Galata’sı, Fransız Geçiti, Şişhane’si, Babylon’u, Çiçek Pasajı.
Beyoğlu ve Kapalıçarşı benim için büyülü olma özelliklerini hiç kaybetmedi
Son yıllarda yeni açılan müze ve sergi alanları, şef mutfak denemeleri, Salon’da bitmeyen coşkulu konserler, sokaklara taşan insanlar ve partiler, aslını koruyarak yenilenen binalar ümit veriyor. Geçmişten gelen ve değişmeyen kokoreççiler, turşucular, antikacılar, sahaflar, meyhaneler, konser ve tiyatro sahneleri tekrar yeşermeye ve yüzünü göstermeye başladı.
Beyoğlu’na çıktığımızda sağlı sollu binalarda Yunan, Amerikan, İsveç, Fransız, İngiliz, Rus bayrakları arasında kendinizi başka bir ülkede hissederdik. Sanki pasaportsuz girebildiğimiz dünyanın en güzel ve küçük ülkesine gitmiş gibi hissederdik. Belki de iki kızımın birisinin tekstil tasarımcı diğerinin tiyatro okumasının köklerinde bile Beyoğlu vardır.
Kapalıçarşı ve Beyoğlu yıllar içinde değişikliklere uğrasa da benim için büyülü olma özelliklerini hiç kaybetmediler. Hala hayalim bir gün Turnacıbaşı sokakta eski bir evde yaşamak ve gitmek istediğim her yere yürüyerek gitmek ve eve dönmek. İş sadece iş değildir ve bu bir yatırım tavsiyesidir.