‘İtibar açığı’ sürdükçe faiz artışı yüksek olacak
CDS'in 720 puana çıkmasının seçim sonrası kur şoku ve konkordato riskini artırdığını belirten veri bilimci Emre Akanak, "Muhtemel kur krizi hem kamuyu hem şirketleri hem de hane halklarını bir ödemeler krizi, ciddi bir gelir kaybı ve enflasyon ile yüz yüze bırakacak gibi görünüyor" diyor.
Seçime 3 gün kala en çok merak edilen konulardan birisi de, toplumun her kesimine bol keseden verilen vaatler nedeniyle artan harcamaların göstergelerini iyice bozduğu ekonominin toparlanıp toparlanamayacağı. Birçok uluslararası banka ve ekonomist, seçimi kim kazanırsa kazansın ekonomide zorlu bir sürecin başlayacağı konusunda hemfikir. Arka kapıdan yapılan milyarlarca dolarlık döviz rezervi satışıyla bugüne kadar yükselişi durdurulan kurların ne olacağı belirsizliğini korurken, olası bir kur şokunun yaratacağı ödemeler dengesi krizi de son günlerde en çok konuşulan konuların başında geliyor.
Veri bilimcisi ve ekonomist Emre Akanak da, Türkiye’nin 5 yıllık kredi risk priminin (CDS) 720 puana çıkmasının seçim sonrası kur şoku ve konkordato riskini artırdığına dikkat çekerek, “Türkiye’de riskler ciddi anlamda birikti, kamu borçları yönetilebilir olmaktan uzaklaştı” diyor. Türkiye’nin borç ve borçluluk sorununun borcun ödenebilme sorununa doğru evrildiğine dikkat çeken Akanak, “Merkezi yönetim borç stoku yaklaşık 4.5 milyar TL civarında ve büyük bir bölümü döviz cinsinden. Kısa vadeli dış borç stoku ise yaklaşık 197 milyar dolar civarında. Kamu döviz açığı yaklaşık 300 milyar dolar. Bu seçim sonrası bir kur soku ile konkordato riski oluşturuyor. CDS’ler de bu yönde ibareler veriyor. Özellikle ekonomik istikrarsızlık ve tutarsızlıklar nedeni ile uzun süre biriken risklerin gerçekleşmesi ile TL’deki zayıflama ile oluşacak muhtemel kur krizi hem kamuyu hem şirketleri hem de hane halklarını bir ödemeler krizi ve eş zamanlı ciddi bir gelir kaybı ve enflasyon sorunu ile yüz yüze bırakacak gibi görünüyor” yorumunu yapıyor.
Dünyada özellikle 2019 sonundan itibaren COVID 19’un da etkisi ile hem gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) hem de enflasyon, işsizlik ve borçlanma verilerince ciddi etkiler gözlemlendiğini ve özellikle 2008 sonrası politikaların da etkisi ile ekonomik durgunluk küresel bir enflasyon sorununu beraberinde getirdiğini vurgulayan Akanak, şunları söylüyor:
“Gelişmiş ülkelerde de enflasyon ve işsizlikle ile mücadelede de farklılaşmalar gözlemlendi. Klasik ABD gibi ülkelerde enflasyon önceliklerinken, daha sol eğilimli ekonomilerde işsizlik daha öncelikli hale geldi. Ancak tüm dünyada enflasyon ve işsizlik sorunlarında bir de ciddi anlamda artan borçlanma eklendi. Türkiye’nin de içinde bulunduğu yüksek borç ve borçlanmanın sürdürülebilme sorunu temelde iki ana etkene dayanıyor. Biri lokal etmenler diğeri de dışarıdaki yani küresel etkenler. Özellikle 21. yüzyıldaki finansalizasyon ve 2008 sonrası 7 büyük merkez bankasının (ABD, Avrupa, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, Çin, İsviçre) genişlemeci uygulamaları ve sonrasındaki dönem özellikle küresel anlamda kamu mali disiplini ve kamu borçluluğunu da etkiledi. Daha günlük dilde ifade etmek gerekir ise 2001 sonrasında başlayan kolay para bulma 2008 sonrasında katlanarak devam etti ve hem hane halkı hem şirketler hem de kamu borçlanma ve parasal genişlemeyi bir çözüm olarak gördü. Türkiye’de ise özellikle kurumların çökmesi ve iktidarın politikalarına karşı bürokrasinin herhangi bir denetim mekanizmasının kalmaması (Sayıştay başta olmak üzere kurumların niteliksizleştirilmesi ve altlarının boşaltılması), denetimsiz ve kontrolsüz uygulamalara yol açtı. Bu dönemde Türkiye’de borçlanma, kamu varlıklarının satışı, parasallaşma vs. gibi birçok yöntemle kaynak yaratıldı ve kaynaklar da belirli firma ve şirketlere aktarıldı.”
Bu dönemde tüm gelişmekte olan ülke piyasaları gibi Türkiye’nin de borçluluğunun arttığını ancak borçlanma ile edinilen kaynakların kamu yararı ya da kalkınmayı destekleyici politikalar için kullanılmadığını belirten Akanak, şöyle devam ediyor:
“Borç ile edinilen kaynaklar daha çok yolsuzluk ve iktidara yakın şirketlere kaynak aktarma politikası ile harcandı. Bir anlamda kamumun aldığı borcun sorumluluğu toplumun üzerine yıkılırken kaynaklar toplumun değil küçük bir azınlığın servet edinmeleri ve/veya servetlerini artırmaları için kullanıldı. Bilindik bir şekilde inşaat sektörü de bu sürecin en önemli aktörlerinden bir tanesi oldu. Bu sektör özellikle 1950’lerden sonra hiçbir zaman kalkınmanın bir parçası olmadı. Daha çok rantın ve rant ekonomisinin, kaynak transferinin bir aktörü ve en etkin yolu oldu. Müteahhitler siyasilerle ve bürokratlarla ilişki geliştirerek aslında gereksiz olan inşaat projelerinden olması gerektiğinden çok fazla gelir elde edip bunu yine siyasilerle ve bürokratlarla paylaştılar. Türkiye için borçlanma da vergi gelirlerinin harcanması da bu minvalde devam etti ve hâlâ da bu şekilde işliyor.”
Tüm bu süreçten farklı olarak Türkiye’de hane halkı borçlanmasının da giderek arttığını söyleyen Akanak, “Türkiye’de hane halkı borcu yaklaşık 100 milyar dolar civarında. Genel olarak hane halkı borçları GSYH’ye göre düşme trendinde görünse de aslında borçlanmanın farklı gelir grupları arasındaki dağılımına inilmiyor. Benim hesabıma göre, yasal ve yasadışı bulunan mülteciler de dahil edilince Türkiye’de kişi başı gelir yaklaşık 5 bin 400 dolar civarında. Toplumda borçlanarak ve sosyal yardımla yaşayan ciddi bir kesim oluşturulmuş durumda. Oluşturulmuş ifadesini kullanıyorum çünkü bir politika olarak kontrollü yoksulluğun oluşturulduğu bariz biçimde gözlemleniyor” diye konuşuyor.
Başta enflasyon olmak üzere kamu borçlanması ve borç stokunun da Türkiye’de hem politik rant ekonomisinin hem de yönetilen yoksulluğu besleyen enstrümanlardan biri olduğuna dikkat çeken Emre Akanak, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Bu nedenle Türkiye borçlanma konusunda diğer ülkelerden ciddi anlamda ayrışıyor. Yani Türkiye’de kamu borçlanması yoksulluğun beslendiği ve yoksulluğa neden olan uygulamalardan bir tanesi. Kişisel olarak Türkiye’de merkez bankasının rezerv ve faiz uygulamaları, para politikası, maliye politikası, enflasyon, işsizlik gibi verileri de eklediğimde, cari dengenin kamu mali disiplinindeki bozulma ile birleşerek toplumun üzerine devrileceğini düşünüyorum. Popülist ve kontrolsüz, hiçbir teorik temele oturmayan para politikası ile günü kurtarmaya yönelik maliye politikaları seçimler sonrasında, Türkiye’yi ciddi bir kur şoku ve yüksek enflasyon riski ile yüz yüze bırakacak gibi görünüyor. Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), Uluslararası Para Fonu (IMF), Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) verileri farklı okunabiliyor. Bu veri setleri ve analizlerden yani birleştirilmiş datadan oluşuyor ve her ülkeyi homojen tek bir ünite olarak alınıyor. Oysa Türkiye’nin borçlanmasını, borcun ekonomiye etkisini tıpkı enflasyon ve işsizlik gibi sınıfsal okumak ve farklı sınıf ve gelir gruplarına göre açıklamak gerekiyor. Günün sonunda Türkiye’nin yüksek kamu borçlanması beklenen ekonomik krizin ana birleşenlerinden biri iken borcun faiz ödemeleri ve alınan borcun kullanımı vs. etkisi ile aynı zamanda yoksulluğun da ana nedenlerinden bir tanesini oluşturuyor ve vergi politikaları ile de birleştiğinde özellikle alt gelir gruplarında borçla yaşamayı tetikleyen politikaların bir parçası haline geliyor.”