05-06-2023
İsmet Berkan

Teknokrat kabine Erdoğan’ın yeni dönemi için ipuçları veriyor

Teknokrat kabine Erdoğan’ın yeni dönemi için ipuçları veriyor

Bu sabah Türk medyasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın cumartesi gecesi açıkladığı yeni kabinesini değerlendiren ve yorumlayan onlarca yazı var. 

Bu yazıların pek çoğunda söylenenler benzeşiyor; Mehmet Şimşek’in Hazine Bakanı olması ve görevi devralırken söyledikleri, bazı Ak Partili kalemler tarafından bile sevinçle karşılanmış; Süleyman Soylu’nun yokluğuna her türden köşe yazarı özel olarak değinmiş, Cevdet Yılmaz’ın kabinedeki rolü biraz kafaları karıştırmış; Hakan Fidan’ın Mevlüt Çavuşoğlu’ndan daha iyi bir Dışişleri Bakanı olacağı konusunda genel bir uzlaşma var…

Bir çuval dolusu yazıyı, üstelik de büyük ölçüde bir birine benzeyen yazıyı okuduktan sonra farklı bir şey söylemek kolay değil. Ama bana öyle geliyor ki, bütün bu yazılarda yazılanlara büyük ölçüde katılsam da, eksik kalan bir şey var.

Şöyle söyleyebilirim: Bu kabine, Tayyip Erdoğan’ın kendi 20 yıllık iktidarında kurduğu en apolitik, en teknokrat kabine.

Gerçi bir önceki Cumhurbaşkanlığı kabinesi de çok politik sayılmazdı ama yine de içinde Berat Albayrak gibi, Süleyman Soylu gibi, önce Abdülhamit Gül sonra Bekir Bozdağ gibi aslında siyaset alanında da iddialı isimler vardı.

Şimdiki kabinede ise siyasete ve siyasetçi olmaya en yakın isim Mehmet Şimşek ile Mehmet Özhaseki. Şimşek siyaset yaparken bile pek az konuşmasıyla bilinen bir isimdi; Özhaseki ise daha yakın zaman önce emekli olmaktan söz ediyordu, bir beş yıl daha emekli olamayacak.

Burada önemli olan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tercihi. Erdoğan kendisi için dizayn edilen başkanlık sisteminde devletin icra kanadında yegane politikacının kendisi olması gerektiğini düşünüyor; bakanlarının kendisine yönelik saldırılara hızla cevap vermek dışında siyasi açıklamalar yapmasını, kelimenin amiyane karşılığıyla ‘siyaset yapmasını’ hele hele kendilerine siyasi güç devşirmeye kalkışmasını istemiyor.

Çok haksız da sayılmaz. Kendisi tek başına bir siyasi parti gibi yarıştı ve kazandı. Yüksek görevlere getirdiği herkesi de kendisi getirdi.

Süleyman Demirel’le bir Aydın mitingini hatırlıyorum. Partisinin bu şehirdeki ağır topları İsmet Sezgin ve Nahit Menteşe mitingde kürsüde değil seyircilerin arasındaydı. Gazeteciler bunu sorduğunda Demirel, ‘Onlar ön seçimle geldiler, boyları artık birkaç karış daha uzun’ demişti. Erdoğan kabinesinde ise durum tam tersi, onun boyu herkesten birkaç karış daha uzun.

Bu gayet doğal ve normal bir durum aslında. Dünyanın bütün başkanlık sistemlerinde de böyle. Amerika’daki bakanlar bile sorulduğunda ‘Başkanın isteğiyle görevde’ olduklarını söylerler. (Yaygın kullanılan cümle, ‘I serve at the pleasure of the president’tir, siyasette ‘Başkan sayesinde görevdeyim, o istemediği anda da giderim’ anlamına gelir.)

Biz tabii parlamenter sistemin bazı deve dişi gibi bakanlarını, başbakanın istemesine rağmen kararnamelere imza atmayanları gördüğümüz için bugünün bakanlarını onlarla karıştırıyoruz. Tamamen ayrı iki şey halbuki.

Kaldı ki bizim başkanlık sistemimizde bakanların herhangi bir başka mecradan da onay almaları gerekmiyor. Örneğin ABD’de başkanın atadığı bakanların Kongre tarafından da onaylanması gerekir; Kongre gerektiğinde o bakanlara hesap da sorar. Bizde ise hesap verecek olan bakanlar değil Cumhurbaşkanı’dır, o da seçimden seçime…

Şimdi bu yeni teknokrat kabine, bir önceki teknokrat kabineden ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendisinden miras kalan devasa sorunları çözmeye çalışacak. Sorunların en büyüğünün ekonomide olduğunu söylemeye bile gerek yok. O yüzden herkesin gözünün Mehmet Şimşek’te ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı sıfatıyla kabineye giren eski planlamacı Cevdet Yılmaz’da olması son derece normal.

Hepimiz dönüp iki teknokrata bakacağız: Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek

Hepimiz dönüp iki teknokrata bakacağız: Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek

Doların fiyatının 21 lirayı aşmasından, Euro’nun 23 liraya yaklaşmasından anlıyoruz ki, zaten Merkez Bankası artık doların fiyatını baskılamaya uğraşmıyor. 

‘Rasyonel ekonomi’ye geçmek demek, kısa süre içinde Merkez Bankası’nın bankaların fonlama maliyetini yükseltmesi (yani hiç değilse gecelik borç verme faizini arttırması) anlamına gelir. Bu da TL’nin değer kazanması, başka bir deyişle doların fiyatının hız kesmesi demek olabilir. Bu hareketin doğal sonucu ise tüketimin hız kesmesi olacaktır.

Cevdet Yılmaz-Mehmet Şimşek ikilisinin çok kısa vadede en büyük sorunu bu. Ekonomiyi durgunluğa sokmadan soğutmak, bu yolla enflasyonu dizginlemeye çalışmak. Önlerindeki en büyük engel ise ciddi bir sorun haline gelen bütçe açığı. Ama bu ikilinin bu yola gireceğinden çok da emin olmayın.

‘Başkanın isteğiyle ve ona hizmet için’ görevde olan Cevdet Yılmaz ile Mehmet Şimşek’in hemen hemen her aşamada başkanı ikna etmeleri gerekecek. Çünkü, onlar teknokrat olabilir ama siyasetçi olarak sırtında yumurta kefesini taşıyan Cumhurbaşkanı Erdoğan. Ve Erdoğan bundan 10 ay sonra yapılacak seçimi de kazanmak istiyor.

Oysa hepimiz biliyoruz, 2017 referandumunu dahil, Tayyip Erdoğan’ın seçim kazanmasının ekonomiye maliyeti her seferinde daha da yükseliyor. 2019 yerel seçimini Erdoğan hepimizin ödediği yüksek maliyete rağmen kazanamadı. Şimdi 2024 seçimini kazanmak için kullanılacak deniz de bitmiş gibi gözüküyor. Ama gelin, denizin bittiğini Tayyip Erdoğan’a anlatın…

Süleyman Demirel’den Turgut Özal’a, Tansu Çiller’den Tayyip Erdoğan’a kadar siyasetçiler ne zaman enflasyon ve hayat pahalılığı ile mücadele ile ekonomik büyümeyi sürdürme arasında bir tercihte bulunmaya zorlansalar, büyümeyi tercih ettiler. Bu da enflasyonu azdırdı, kalıcılaştırdı.

Erdoğan 2016’da başlayan durgunluğu o zaman Mehmet Şimşek’in icat ettiği KGF kredileriyle aştı. Bugün hala o genişlemenin yarattığı enflasyonu yaşıyoruz aslında; çünkü aradan geçen zamanda enflasyonla bırakın mücadele etmeyi, daha da genişlemeci politikalar izledik.

Şimdi Mehmet Şimşek kendi başlattığı ama Berat Albayrak ve Nurettin Nebati’nin elinde iyice çığrından çıkan bozuk düzeni düzeltme iddiasıyla görevde. Önündeki en büyük engel ise 10 ay sonra yapılacak seçim.

Dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir iktidar, seçime bu kadar kısa süre kala ekonomiyi durgunluğa sokacak, işsizliği arttıracak bir soğutma çabasına girişmez. O yüzden gerçekçi olmak gerek.

Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek bir yandan ekonomiyi yeniden ‘rasyonel’ kılmak zorunda, çünkü deniz bitti. Ama bir yandan da seçim kazanmak.

Nasıl bir orta yol bulacaklar, çok merak ediyorum.

Hakan Fidan, Doğuya mı mesaj Batıya mı?

Hakan Fidan, Doğuya mı mesaj Batıya mı?

Tayyip Erdoğan döneminin dış politika anlayışını tek bir cümlede özetlemem gerekse herhalde ‘Bütün ülkelerle göz hizasından konuşmak’ derdim.

Bu anlayışı ortaya koyan ve uzun süre uygulayan isimlerin başında, yakın zaman önce artık devletten tamamen emekliye ayrılan, bugün Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin özel yetkili yardımcısı sıfatıyla Afganistan sorununa çözüm arayan eski Dışişleri Bakanlığı müsteşarı, büyükelçi Feridun Sinirlioğlu geliyordu.

Sinirlioğlu, uzun müsteşarlık döneminde Tayyip Erdoğan’a hayır diyebilen ama aynı zamanda onun güvenine de sahip olan çok az sayıda ‘eski Türkiye’ bürokratından biriydi. Görev süresi boyunca en yakın çalıştığı isimlerden biri MİT Müsteşarı Hakan Fidan’dı.

Bugün Hakan Fidan artık Dışişleri Bakanı. Görev süresinde MİT’i salt bir istihbarat örgütü olmaktan çıkarıp aynı anda hem operasyonel bir güç hem de Türk diplomasisinin bir uzantısı haline getirmeyi başaran Fidan, bu ‘göz hizasından konuşma’ politikalarının sadece savunucusu değil uygulayıcısıydı da. Çok sayıda gizli ama çetin müzakereyi bizzat kendisinin yönettiğini biliyoruz.

O yüzden Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı olması, Tayyip Erdoğan’ın dünyaya verdiği önemli bir mesaj aslında. Nispeten daha geri planda bir Dışişleri Bakanı olan Mevlüt Çavuşoğlu’na göre daha ön planda bir bakan olmasını bekliyorum.

İşi elbette zor. Ama herhalde yaşayacağı en büyük zorluk, Türk dış politikasında türlü çeşitli zorunluklar nedeniyle Rusya lehine fena halde bozulmuş olan Doğu-Batı dengesini yeniden kurmaya çalışmak olacak. Rusya’yı ABD başta Batı ile; Batıyı ise Rusya, Çin, İran gibi ülkelerle dengelemek, bu arada Batı ile sürekli arızalar çıkmasına neden olan kimi dış politika sorunlarını bertaraf etmek Türkiye’nin herkesle ‘göz hizasından konuşması’nı kolaylaştıran en önemli unsur.

Çünkü bir süreden beri Türkiye ne Rusya ile ne de mesela Suudi Arabistan ve kimi Körfez ülkeleriyle göz hizasından temas kurabiliyor; hep birkaç santim aşağıdan bakmak zorunda kalıyoruz.

Yusuf Tekin’in işi çok zor

Yusuf Tekin’in işi çok zor

Milli Eğitim Bakanlığına bakanlık bürokrasisinin çok yakından tanıdığı bir isim, yıllarca burada müsteşarlık yapmış olan Yusuf Tekin geldi.

Tekin için rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Türk eğitim sisteminin bütün sorunlarını geniş bir açıdan kavramış, çözüm yolları konusunda çok uzun zaman kafa yormuş bir isim.

Ancak, bütün bilgi ve tecrübesine rağmen işi hiç kolay değil. Çünkü Türkiye’de eğitim denince çoğu insan sınavları, liseye ve üniversiteye geçişi vs anlıyor; oysa eğitim bu sınavlardan ibaret değil.

Bir kere elinizde 3 milyon kişiye ulaşan çok ama çok büyük bir kadro var. Bu kadroyu adil biçimde idare etmeye kalkışmak bile büyük bir mesele. 

Türkiye’de eğitimin en önemli meselesinin eğitimin kalitesi sorunu olduğunu eğer biliyorsanız (ki Yusuf Tekin’in bunu bildiğine kuşku yok) bu kalite sorununu çözmenin yegane yolunun o 3 milyona varan öğretmen kitlesinin kalitesini yükseltmekten geçtiğini de biliyorsunuz.

O kaliteyi yükseltmek için yapacağınız her girişim, eğitim alanının onlarca paydaş örgütünden tepki alıyor. Herkesi bir ortak noktada buluşturmaya da bugüne kadar imkan bulunamadı. Sendikası başka, sivil toplumu ve siyasetçisi başka taraflara koşan bir ortam bu.

Burada ümitsizlik saçmak istemem, Yusuf Tekin’e giydiği bu ateşten gömlekte başarılar dilerim.

Yeni Sanayi ve Teknoloji Bakanından ümitliyim

Yeni Sanayi ve Teknoloji Bakanından ümitliyim

Ne yalan söyleyeyim, ben artık milletvekili olan önceki Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank’ı görevinde başarılı bulanlardandım. Özellikle teknoloji ve bilim alanına daha fazla heyecan getirmeye çalıştı; daha az siyasi polemiğe girip daha çok teknik kalsa iyi olurdu ama siyaset yaptığı işi gölgelememeli.

Yerine gelen Mehmet Fatih Kacır, daha az siyasetçi daha çok teknik bir kişi. Teknoloji ve bilimsel gelişmeyle bire bir ilgili olması, onu geçmişin Sanayi Bakanları’ndan ayırıyor. Bakanlıktaki işinde önceliği iş dünyasının geleneksel örgütlerini iyi tutmak değil bilimsel ve teknolojik gelişmeyi teşvik etmek olacak bana kalırsa.

Tam da Türkiye’nin ihtiyacı olan şey bu. Türkiye sanayi üretiminde teknolojinin rolünü ve dolayısıyla katma değerini arttırmadıkça ileri gidemez. Bu konuda pek başarılı olduğumuz da söylenemez.

Şöyle bir bakın, Türkiye 20 yıl önce ne ihraç ediyordu, bugün ne ihraç ediyor… Hemen hemen aynı ürün listesi karşınıza çıkacak. Oysa son 20 yılda dünyada nice değişiklikler oldu.

Umarım yeni bakan bu bakış açısını hayata geçirmeye yardımcı olacak, sanayinin daha teknoloji yoğun ürünler üretmesini sağlayacak mekanizmaları kuracak.