En iyi New York filmleri seçildi

New York Şehir Müzesi kuruluşunun 100. yıldönümü nedeniyle New York'u en iyi anlatan filmleri seçti. Seçki 1930'lerden 2010'lara kadar uzanıyor. Listede 'Taksi Şoförü', '25. Saat', 'Tiffany’de Kahvaltı', 'Şöhret Delisi', 'New York Esrarı' gibi filmler yer alıyor.

Kültür Sanat 13 Haziran 2023
Bu haber 2 yıl önce yayınlandı
Audrey Hepburn 'Tiffany'de Kahvaltı' filminde ikonikleşen bir performans sergiler.

New York Şehir Müzesi kuruluşunun 100. yılına ilişkin Sanat ve Popüler Kültürde Şehrin 100 Yılı programı kapsamında New York’u en iyi anlatan 11 filmi seçti. Seçkide filmin sadece New York’ta geçmesi yeterli değil. Asıl olarak filmlerde şehrin insanlar ve anlatılan hikayede önemli rol olması baz alınıyor. Bu kapsamda yapılan seçki 1930’lardan 2000’lere oldukça farklı filmler sunuyor okuyucuya. Bu keşfe açık seçkiyi 10Haber okurlarına sunarken acaba İstanbul için böyle bir seçki yapılsa nasıl bir filmler ortaya çıkardı diye düşünmedik değil. Böyle bir seçki için de harekete geçtik. Hafta sonu bu seçki 10Haber’de yer alacak.

1. Başarının Tatlı Kokusu / The Sweet Smell of Success (1957)

New York diye haykıran bir film varsa, o da Tony Curtis’in kurnaz, etik açıdan zorlanan reklamcı Sidney Falco’yu ve Burt Lancaster’ın vicdansız, güçlü dedikodu yazarı JJ Hunsecker’ı canlandırdığı bu klasiktir. Usta görüntü yönetmeni James Wong Howe’un muhteşem çekimleriyle Broadway ve Times Meydanı’nın parlak ışıkları altında geçen filmde, Hunsecker görkemli bir apartman dairesinde yaşıyor, bir gece kulübünde sahneye çıkıyor ve kariyer yapıyor. Caz müzikleri eşliğinde ‘Başarının Tatlı Kokusu’nda şehrin canlı kılan nitelikleri de var:  Şöhret, hırs, dedikodu…  Hunsecker’ın siyasi güç elde etme girişimleri hikayeye zamanında bir ivme kazandırıyor.

2. Doğruyu Seç / Do the Right Thing (1989)

Spike Lee, New York’un en iyi yönetmeni olabilir. Sıradan bir Brooklyn mahallesini kavurucu bir yaz gününde muhteşem bir şekilde tasvir etmesi, tüm sorunlarıyla birlikte New York’un gündelik yaşamına dair heyecan verici bir etki yaratmaya devam ediyor. Buggin Out rolündeki Giancarlo Esposito ve pizzacı Mookie rolündeki Lee’nin de aralarında bulunduğu siyahi mahalle sakinleri ile İtalyan-Amerikan pizzacı Sal rolündeki Danny Aiello arasında patlak veren ırkçı gerilimi tasvir ettiği için ne yazık ki daha da güncel. Polisin Radyo Raheem’i (Bill Nunn) boğarak öldürdüğü sahneyi izlemek korkunç çünkü çok gerçekçi görünüyor. New York müzesi serisinin küratörü Jessica Green bu filmi “kesin New York filmi çünkü dönüşen mahalleler, ve sınıf ve ırk sorularıyla mücadele ediyor” diye tanımlıyor.

3. New York Esrarı / The Naked City (1948)

Jules Dassin’in genç bir kadının cinayetini çözmeye çalışan iki dedektifi takip eden kara filmi, şehrin tepeden çekilmiş bir görüntüsüyle başlar ve Manhattan ile Brooklyn’i birbirine bağlayan Williamsburg Köprüsü’ndeki muhteşem kovalamaca sahnesine kadar dedektiflerin bastıkları kaldırımlar ve dolaştıkları mahallelerle olan bağlantısını asla kaybetmez. “Bu şehirde sekiz milyon hikaye var. Bu da onlardan biri” cümlesiyle bitiyor ama filmi izlemek büyük bir zevk.

4. Tiffany’de Kahvaltı / Breakfast at Tiffany’s (1961)

Audrey Hepburn’ün inciler, güneş gözlükleri ile uzun bir gecenin ardından kahvaltı salonunun mücevher mağazası Tiffany’s’in vitrininin önünde kahvesini yudumlarkenki görüntüsü Özgürlük Heykeli kadar ikoniktir. Ancak heykel özgürlüğü temsil ederken, Hepburn’ün canlandırdığı Holly Golightly, New York cazibesinin ta kendisidir. Mickey Rooney’nin Holly’nin komşusu Bay Yunioshi rolü artık affedilmez bir etnik stereotip olarak filmin yüz karası. Ancak Hepburn’ün New York’a gelen ve kendini Holly olarak yeniden keşfeden taşralı Lula Mae rolündeki performansı kalıcıdır. Belki de hiçbir film bu kadar çok insanı, burada dönüşüm ve olasılıkların ışıltılı şehri olarak gösterilen New York’a çekmemiştir.

5. 25. Saat / 25th Hour (2002)

David Benioff’un (daha sonra Game of Thrones’un televizyon uyarlamasının ortak yaratıcısı) 2000 tarihli romanından uyarlanan bu film Spike Lee’nin en az kişisel filmlerinden biri olabilir, ancak Lee hikayeyi 11 Eylül sonrası New York’un şimdiye kadar beyazperdeye aktarılmış en dokunaklı ve incelikli çağrışımlarından birine dönüştürdü. Hikaye, Edward Norton’ın hapse girmeden önceki son gününde, hüküm giymiş bir uyuşturucu satıcısı olan Monty’yi canlandırmasını izliyor ama onun pişmanlıkları ve korkuları, Lee’nin baştan sona kurduğu 11 Eylül sonrası kederli bir anın gölgesinde ortaya çıkıyor. Gökyüzünde yükselen İkiz Kuleler anıtının unutulmaz mavi ışıklarından Usame Bin Ladin’in aranan bir posterine kadar, arka plandaki dokunuşlar, New York’un tarihinde sabit olan kaynayan etnik gerilimle birlikte, üzerinde yorum yapılmayan ama şehrin dokusunun bir parçasıdır. Monty’nin ve şehrin kayıp duygusu birbirinden ayrılamaz hale gelir. Lee’nin en az değer verilen filmlerinden biri olan ’25. Saat’, onun New Yorklu yönetmenler arasında gerçekten de en iyisi olduğunun kanıtı.

6. Şöhret Delisi / It Should Happen to You (1954)

Filmler, isimlerini duyurmak için New York’a gelen genç kadınlarla doludur, ancak hiçbiri bu klasikteki Judy Holliday kadar coşkulu ve komik değildir. Holliday, ünlü olduğu için ünlü kavramından onlarca yıl önce, insanların adını bilmesini isteyen ve bunu yapmak için şehrin göbeğinde bir reklam panosu kiralayan bir model olan Gladys Glover’ı canlandırdı. Herhangi bir açıklama yapılmadan sadece Gladys Glover yazıyordu; bu görüntü Holliday’i gıdıklıyor, kafasını karıştırıyordu. Gladys’in sıradan bir insan olmaya geri dönme yönündeki tedirgin edici -ve bugün için pek de olası olmayan- tercihiyle sona erse de, şöhret açlığına sinsi ve sofistike bir bakış sunuyor.

7. Taksi Şoförü / Taxi Driver (1976)

Elbette Travis Bickle başka bir şehirde de taksi şoförlüğü yapabilirdi ama aynı şey olmazdı. Robert De Niro, aynasının önünde durup “Bana mı bakıyorsun?” diyen Bickle rolüyle hafızalarımıza kazınmıştır. Ancak Martin Scorsese’nin suç dolu 1970’lerin New York’una dair karanlık vizyonunda Bickle’ın içinden geçtiği atmosferi unutmamak gerek. Gece sokakları, uğursuz gölgeleri delen parlak ışıklarla doludur; Jodie Foster’ın Bickle’ın kurtarmaya karar verdiği bir çocuk fahişeyi canlandırdığı ve Cybill Shepherd’ın, 42. Cadde’deki pespaye bir porno sinemasına randevuya götürdüğü kampanya çalışanı olduğu bir yer. Scorsese’nin yönetmenliği ve Paul Schrader’in senaryosu, Bickle’ın Vietnam savaşındaki geçmişinin peşini bırakmadığı, şehirden duyduğu tiksinti şiddete dönüşene kadar gelişip büyüyebileceği, tam anlamıyla cesur bir manzara yaratıyor.

8. Hester Street (1975)

19. yüzyılın sonlarında New York’un Aşağı Doğu Yakası’nda Yahudi göçmenlerin yaşadığı mahalle, yüzyıllar boyunca şehre gelen tüm göçmenleri temsil ediyor olabilir. Carol Kane, Doğu Avrupa’dan küçük oğluyla birlikte ABD’ye kocasının yanına gelen, ancak kocasının Yankel olan adını Jake olarak değiştirdiğini ve daha modern bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrenen geleneksel bir genç anne olan Gitl rolüyle Oscar’a aday gösterildi. Yönetmen Joan Micklin Silver’ın, büyük bölümü Yidiş dilinde yazılmış, sepya tonlarındaki bu dönem filmi, Kane’in etkileyici canlandırması aracılığıyla, o zaman da şimdi de göçmenliğin kalbine giden bir soruyu gündeme getiriyor: “Hem kimliğinizi koruyup hem de bu yeni dünyaya nasıl uyum sağlayabilirsiniz?” Gitl’in kendi geleceğini belirlemeye başlaması, New York’un bir olasılıklar şehri olduğu fikrinin temelini oluşturan bir kinaye olarak, kendi sessiz yolunda feminist bir eserdir.

9. Ay Çarpması / Moonstruck (1987)

Dul Loretta Castorini rolündeki Oscar ödüllü Cher’in, Ronny Cammareri rolünde kendisine umutsuzca aşık olan Nicolas Cage’e “Kendine gel!” demesi, her zamanki gibi komik ve büyüleyici bir romantik komedinin ikonik anlarından sadece biridir. Film, Loretta’nın Brooklyn’deki mahallesi, onu sıradanlıktan göz kamaştırıcılığa dönüştüren kuaför salonu ve yakın ailesiyle birlikte müdavimi olduğu köşe restoranı gibi otantik New York mekanlarından sonuna kadar yararlanıyor. Ronny ile randevusu onu Manhattan’a ve Lincoln Center’a götürür; burada dışarıdaki fıskiyede buluşurlar ve içeride Metropolitan Operası’nda binanın ihtişamını keşfeder. Moonstruck, şehrin küçük köşelerini, aile hissini, beklenmedik romantizmini ve eve yakın uluslararası üne sahip mekanlarını kucaklıyor.

10. El Super (1979)

New York’la ilgili düzinelerce gözden kaçmış mücevher var. Kübalı göçmen bir ailenin yeni bir hayata alışmasını anlatan bu küçük ve açıkçası bulunması zor bağımsız film, hafif bir dokunuşa, canlı karakterlere ve ayrıntılı gerçeklik hissine sahip bir drama olarak en iyiler arasında yer alıyor. Roberto (Raimundo Hidalgo-Gato), işçi sınıfı sakinlerinin yaşamları kendisine benzeyen büyük bir binanın yöneticisidir. O, eşi ve Amerikanlaşmış kızları on yıl önce Castro’nun Küba’sından ayrılmışlardır; bu gerçek onların özgürlük arzularını ve geri dönemeyişlerini şekillendirir. Ancak onların hikâyesi, farklı ve huzursuz edici bir dünyada yaşamanın iniş çıkışlarını yansıttığı için zamansızdır da. Karlı sokaklardan bitkin ve yorgun düşen Roberto, New York’u “iş ve soğuk ülkesi” olarak adlandırıyor. “Bu şehir beni yavaş yavaş öldürüyor” diyerek New York’un bir rüya olsa bile her zaman kolay olmadığını güçlü bir şekilde hatırlatıyor.

11. Lüks Hayat / My Man Godfrey (1936)

Hiçbir şey, Carole Lombard’ın en antik haliyle canlandırdığı Irene Bullock adlı şımarık bir beşinci cadde varisinin, William Powell’ın en kibar haliyle canlandırdığı Godfrey’e aşık olduğu bu çılgın Buhran dönemi komedisinden daha az otantik olamaz. Bir çöpçü avı sırasında unutulmuş bir adamı ararken onu evsizlerin barındığı bir kampta keşfeder, onu aile uşağı olarak işe alır ve film bizi boş kafalı zenginlerin umursamaz, düşüncesiz, komik bir şekilde dağınık hayatlarına sürükler. Godfrey’in yüksek eğitimli ve varlıklı bir aileden geldiği ortaya çıkınca filmin alt sınıfa dair sosyal yorum dokunuşu azalıyor ama Bullock’lar büyük dairelerinde akşam yemeği için giyinirken, filmlerin teşvik etmek için çok şey yaptığı kozmopolit, arzulanan New York imajını yakalıyorlar. Gerçekte, Bullock’ların kurgusal adresi onları, kostüm enstitüsünün yıllık galasının, köpüklü zenginlerin şehrin hikayesinin hala büyüleyici bir parçası olduğunu kanıtladığı Metropolitan Sanat Müzesi’nin merdivenlerine yerleştirirdi.

'Gladyatör 2'nin çekimlerinde kaza: Altı kişi yaralandı‘Gladyatör 2’nin çekimlerinde kaza: Altı kişi yaralandı

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.