İsmail Kılıçarslan’a yakışmayan yazı: Hayır, eşcinsellik hastalık değildir
Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan, benim dikkatle takip etmeye çalıştığım aydınlardan biri. Çünkü onu Türkiye’de az bulunur bir tür olan ‘fikri hür, vicdanı hür’lerden biri olarak görüyorum; yeri geliyor kara koyun olmayı göze alıyor, kendi mahallesini ve yerleşik kabul görmüş kimi görüşleri eleştirmekten çekinmiyor.
Hayatını inancına göre yaşamak isteyen pek çok müslüman gibi o da zaman zaman modern hayatın kaçınılmaz kıldığı kimi çelişkilerle karşılaşıyor, öyle durumları yazması gerektiğinde de işin kolayına kaçıp modern olanı kökten reddetmek yerine akılcı ve sürdürülebilir çareler bulmaya çalışıyor.
Ama bu sefer öyle olmadı.
İsmail Kılıçarslan dün köşesinde bir hayli öfkeli bir yazı yazdı. Öfke, daha yazının başlığından anlaşılıyordu: ‘Onurunuz yok ki haftanız olsun.’
Tahmin ettiniz, yazı da ima yollu hakaret de eşcinsellik hakkındaydı. Malum Haziran ayı dünyanın dört bir yanında eşcinsel cemaatler tarafından ‘Onur Ayı’ olarak kabul ediliyor. Eşcinsellere göre bu ay, onların toplum tarafından onursuz görülmekten kendilerini kurtarıp gururla ‘Ben eşcinselim’ diyerek ortaya çıkmasını temsil ediyor.
Kılıçarslan’ın yazısı aynen şöyle başlıyordu:
Herhangi bir eşcinsel insana, tıpkı diğer günahkârlara baktığımız nazarla bakabiliriz ancak. Nasıl ki bir alkoliğe, bir kumarbaza, bir yalan bağımlısına, bir zinakâra “Allah affetsin, Allah hidayet versin, doğru yolu göstersin” diye dua etmekten daha net bir yolumuz yoksa mesele “eşcinsel bir insan” olduğunda da izleyeceğimiz, dahası izlememiz gereken yol budur. İnsan olmaklığı bakımından bir alkoliğe hangi merhamet nazarıyla bakıyorsak bir eşcinsel insana da aynı nazarla bakmaktır vazifemiz. Çünkü biz Müslümanların temel ilkesi “günahkârdan değil günahtan nefret etmek”tir ve üzerimize vazife olan şey de “günaha uygun ortamın oluşmasına engel olmak”tır, günahkârı hırpalamak değil.
Yazısında eşcinsellik konusunu iki ayrı düzlemde ele almış Kılıçarslan. Birinci düzlemi şöyle anlatıyor:
Eşcinsellik, tıbbi olarak bir hastalık, psikolojik bakımdan bir rahatsızlık, İslam ve diğer büyük dinler açısından da bir günahtır. Hastaya, rahatsıza, günahkâra yapılması gereken şeyler neyse onlar yapılmalıdır o insanlara. Hormon tedavisi, onarım terapisi ve tövbe üçgeni devreye alınmalıdır.
Kılıçarslan’ın söylediği ikinci düzlemle ilgili ayrıca konuşacağım ama esas itirazım, onun sanki bir bilimsel gerçekmiş, tıbbi bir gerçekmiş gibi söylediği ‘Eşcinsellik, tıbbi olarak bir hastalık, psikolojik bakımdan bir rahatsızlık…’ sözlerine.
Bu görüş, yani eşcinselliğin bir ‘hastalık’ eşcinsellerin ise ‘cinsi sapık’ olduğu düşüncesi, Batıda yüzyıllar boyunca egemen olmuş, 1960’lara kadar da kendine zemin bulmuş, hatta yasalara girmiş bir görüş. Nazi Almanyası eşcinselleri toplama kamplarına gönderdi; İngiltere, müttefiklere 2. Dünya Savaşı’nı kazandıran isimlerden biri olan büyük matematikçi Alan Turing’i eşcinsel olduğu gerekçesiyle yargılayıp tam da İsmail Kılıçarslan’ın önerdiği hormon tedavisine mecbur etti, o da sonunda intihar etti.
Bunca yıllık uygulamaya, bunca zaman boyunca aranan ‘tedavi’ye rağmen ne eşcinselliğin bir hastalık olduğu kanıtlanabildi, ne de ‘hastalık’ın ima ettiği tedavi bulunabildi.
Gerçek şu ki, kültürden kültüre değişmekle birlikte dünyanın bütün ülkelerinde nüfus içinde yüzde 2’den yüzde 10’a kadar bir grup, cinsel olarak karşı cinse değil kendi cinsine ilgi duyuyor, bunu deneyimliyor veya toplumsal/çevresel baskıyla doğasından gelen bu duyguyu ömür boyu baskılıyor, gizliyor.
Eşcinsellerin toplum içindeki oranının yüzde 2 ile 10 arasında değişmesinin nedeni de, bu konunun araştırılma ve saptanma yöntemi. Meraklısı için, bu araştırmaların nasıl yapıldığı ve muhtemel hataları hakkında güzel bir yazının (İngilizce) linkini buraya bırakayım. Burada bilmemiz gereken en önemli konu, eşcinselliğin belli bir kültüre, ülkeye, yöreye özgü olmadığı, dünyanın dört bir yanında bütün insan topluluklarında rastlandığı.
Sadece insan da değil. Bilim insanları çok sayıda memeli hayvan türünde de eşcinsellik gözlüyor. Ama konumuz koçlar veya orangutanlar değil, insanlar.
Peki insanlarda eşcinsellik neden oluyor? Bu konu çok uzun yıllardır araştırılıyor ve henüz tek bir sebep saptanmış değil. Şu an için geçerli teori, genetiğin, hormonların ve çevresel faktörlerin eşcinsellikte karma bir rol oynadığı. (‘Çevresel faktör’den kasıt bir çocuğun veya yetişkinin eşcinselliğe tanık olup ona özenmesi değil; doğum öncesi anne karnında maruz kaldığı kimyasal ve biyolojik süreçler. Meraklısı, eşcinselliğin nedenleri hakkındaki teorilerin fena olmayan bir derlemesini (İngilizce) burada bulabilir.)
Dediğim gibi henüz tam olarak kanıtlanmamış olsa da, bugün kabul gören genel anlayış, ‘eşcinsel davranış’ denen şeyin bir ‘spektrum’dan oluştuğu, bu spektrumda sıralanan özelliklerden bazılarına sahip olmanın insanı eşcinsel yapmadığı ve spektrumun bir ucunda yer alan eşcinsel davranışın doğuştan geldiği.
Tabii doğuştan geldiği kabul edilince eşcinselliğin esas temelinin genetik olduğu düşüncesi güç kazandı, hatta 90’lı yıllarda Amerikalı bir bilim insanı ‘eşcinsellik geni’ni bulduğunu da öne sürdü ama son olarak 2019’da 500 bin kişilik bir gen havuzunda yapılan bir araştırma, eşcinselliği belirleyen tek bir genin olmadığını, çok sayıda genin bir arada eşcinsellikte rol oynadığını ortaya koydu. Bu konu daha hala araştırılıyor.
‘Yaradılanı severiz, yaradandan ötürü’ diyen bir dinin, aynı Allah’ın yarattığı eşcinsellerden nefret etmesi herhalde söz konusu olmasa gerek. Nitekim İsmail Kılıçarslan da, Müslümanların temel ilkesinin ‘günahkârdan değil günahtan nefret etmek’ olduğunu söylüyor.
Yalnız bir problem var: Bilim diyor ki, o ‘günahkar’ bu dünyaya günahı ile birlikte doğuyor, sonradan günahkar olmuyor. Kılıçarslan’ın önerdiği, ‘Hormon tedavisi, onarım terapisi ve tövbe üçgeni’nin işe yaradığını da işiten yok.