27-06-2023
İsmet Berkan

Koskoca Türkiye Cumhuriyeti, ‘Nijeryalı Prens Dolandırıcılığı’ tuzağına nasıl düştü?

Koskoca Türkiye Cumhuriyeti, ‘Nijeryalı Prens Dolandırıcılığı’ tuzağına nasıl düştü?

Dünya çapında üne sahip bir şey bu, ‘Nijerya Prensi Dolandırıcılığı.’

Yöntem şu: Bir gün posta kutunuza (evet bu mesele o kadar eski, yani hala kağıda yazılı mektup gönderilen zamana kadar giden bir geçmişi var) bir mektup gelir. 

Adınıza bile yazılmamıştır, genel bir hitap vardır. Çok zengin bir Nijeryalı Prensin mal varlığına el konulmuştur. Ama milyarlarca dolarlık o varlığını kurtarmaya çok yakındır. Eğer siz ona son avukatlık ve dava giderleri için bir miktar para gönderirseniz o da borcunu unutmayacak, size parasını alır almaz fazlasıyla gönderecektir.

İlk okuyuşta ‘Çocuklar bile kanmaz buna’ dedirten son derece basit bir dolandırıcılık yöntemi ama onyıllardır bu yöntem aynen bu şekilde hala devam ediyor, çünkü mutlaka dünyanın bir yerinde birileri okuduğu mektuba kanıyor ve sonunda az veya çok bir parayı birilerine kaptırıyor.

Pazar günü 10Haber’de haberi vardı, Türkiye Varlık Fonu’nun eski başkanı Mehmet Bostan ile Londra’da mukim Türkiye kökenli ‘işinsanı’ Bülent Göktuna tutuklanmışlardı.

Tutuklanma nedeni, Türkiye’nin en önemli kamu şirketlerini bünyesinde barındıran ve bu sayede milyarlarca dolarlık varlığı yöneten Türkiye Varlık Fonu’nun Başkanı Mehmet Bostan’ın kendisine ‘Ben Türkiye’ye 25 milyar dolar getireceğim ama bunu getirmem için önce 25 milyon dolara ihtiyacım var’ diyen bir ‘işinsanı’na inanıp ona sahiden 25 milyon doları göndermesiydi.

Cumhurbaşkanlığına bağlı Devlet Denetleme Kurulu tarafından yapılan soruşturmanın ayrıntılarında eminim çok sayıda renkli detay da vardır; bir kamu yöneticisi olarak Mehmet Bostan belki bu işten kişisel çıkar da elde etmiştir, bunları çok da önemsemiyorum.

Burada benim açımdan önemli olan, tek bir kişinin (Mehmet Bostan) bu çocukça yönteme ‘kanarak’ devlete ait parayı bir özel kişiye gönderebilmiş olması.

Ödenen 25 milyon dolar Mehmet Bostan’ın kişisel parası olsaydı bile ona eşi veya çocukları ‘Dur ne yapıyorsun’ diye sorabilirdi.

Mehmet Bostan herhangi bir özel sektör şirketinde genel müdür pozisyonda olsaydı da bu parayı gönderemezdi. Çünkü büyük ihtimal yönetim kurulunun onayına ihtiyacı olurdu, bu onaya ihtiyacı olmasa bile şirketin finans departmanı avukatları devreye sokardı vs ve bu parayı gönderemezdi.

Peki Türkiye Varlık Fonu’nun başkanı olarak bu parayı tek başına göndermeyi nasıl başardı?

İşte esas sormamız gereken soru bu.

Çünkü normal şartlar altında devlette denetim çok daha serttir, süreçler çok daha belirlidir. Türkiye’de devletin bütün parasının başında duran Hazine Müsteşarı örneğin tek başına bu paradan bir kuruşu bile bir yere gönderemez. Para göndermenin süreçleri bellidir, yasalarla konmuş sınırlar vardır vs.

Onu bırakın, Türkiye Varlık Fonu tarafından yönetilen mesela Ziraat Bankası’nda bankanın genel müdürü canının istediği yere 25 milyon doları gönderemez. Para göndermenin prosedürleri ve gayet sıkı denetimleri vardır çünkü.

Belli ki, Türkiye Varlık Fonu’nda en azından o zamanlar böyle bir prosedür de, iç denetim de, çift imza veya yönetim kurulu kararı gibi kurallar da yoktu. Bu sayede Mehmet Bostan o parayı gönderebildi.

Ancak ‘Nijeryalı Prens Dolandırıcılığı’ tuzağına düşen şahsen Mehmet Bostan olmadı, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti oldu. Bunu unutmayalım.

Türkiye’de tekel olmak için rüşvet vermek isteyen şirket

Türkiye’de tekel olmak için rüşvet vermek isteyen şirket

İngiliz haber ajansı Reuters’ın dün akşam saatlerinde abonelerine geçtiği bir haberi konuşuyoruz. Haberin orijinalini şuradan, 10Haber’de bugün yayınladığımız Türkçe çevirisini ise buradan okuyabilirsiniz.

Olay kabaca şu: Türkiye pazarına girmek isteyen bir İsveç şirketi, pazarda kendisine özel bir ayrıcalık da istemekte, en az 10 yıl boyunca pazarda tekel kalmayı talep etmektedir. Çünkü iş yapmak istediği alanda kurallar hükümet tarafından konmaktadır, onlar da kuralların kendi lehine olmasını arzulamaktadır.

Bu haksız isteği sağlayabilmek için Türkiye’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a ulaşmak gerektiğini düşünürler, ona doğrudan ulaşamayacaklarını gördükleri için de Bilal Erdoğan üzerinden sonuç almak isterler. Ama Bilal Erdoğan’a da ulaşamazlar. İddia o ki, Bilal Erdoğan’a ulaşabilmek için İrfan Gündüz’e ulaşırlar ama İrfan Gündüz bu iddiayı kesin bir dille yalanlıyor, ‘Hiç tanışmadım’ diyor.

Reuters, artık ABD ve İsveç makamları tarafından soruşturulan İsveç şirketiyle ilgili soruşturma dosyasını ve dosyada yer alan şirketin kendi iç yazışmalarını görmüş. Bu yazışmalarda bazı görüşme iddiaları var ama o iddiaların doğruluğunu teyide imkan yok.

Sonuç olarak şirketin Tayyip Erdoğan’a (gerekirse aracılara rüşvet veya komisyon da vererek) ulaşma teşebbüsü akim kalmış, yani mutasavver bir rüşvet verme girişimi bu.

Bu İsveç şirketinin gerekirse 100 milyon dolar gibi bir rakamı gözden çıkararak Tayyip Erdoğan’a ulaşma girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasına sevinmeliyiz aslında. Demek ki böyle haksız girişimleri eleyen bir filtre sistemimiz var.

Kendimize kızıyoruz ama Batılıların da bizden kalır tarafı yok

Kendimize kızıyoruz ama Batılıların da bizden kalır tarafı yok

Geçen hafta OceanGate adlı bir şirket tarafından işletilen ve okyanusun 3 bin 800 metre altında yatan Titanik gemisinin enkazına turistik seferler düzenleyen Titan adlı minik denizaltı parçalandı, içindeki 3 yolcu ile işletmeci şirketin iki yöneticisi öldü.

Yolcular bu sefere katılmak için 250’şer bin dolar vermişti. Denizin o kadar altında minik bir pencereden veya bir bilgisayar ekranından Titanik’in enkazını görmeye bu kadar para veren insanlar, sıradan kişiler değildi. Kendi alanlarında başarılı olmuş, milyarder olmuş akıllı kişilerdi.

Ve herhalde bu parayı verirken o şirketi ve alınan güvenlik önlemlerini de araştırmışlardı. İnsan öyle düşünüyor.

Oysa bu ‘kaza’dan sonra ortaya çıktı ki, hiçbir araştırma yapılmamış.

Birincisi işletmeci şirket ve onun kullandığı denizaltı hiçbir devletin hiçbir düzenlemesine tabi değil. Yani güvenlik kurallarını da, mühendislik standartlarını da şirket kendi kendine belirlemişti.

Şirketin mini denizaltısı bir sürü tasarım problemini barındırıyor ama en vahim problem bu denizaltının o basınca uygun olmaması. Denizaltı daha fazla yolcu taşıması için basıncı en aza indirecek küre şeklinde değil aksine dış basıncı tamamen alacak başka bir şekilde inşa edilmişti. İnşada kullanılan materyal basınca yeterince dayanıklı değildi. Denizaltının içinde, dış yüzeyde oluşabilcek çatlakların yaratacağın sorunu azaltacak ikinci bir katman ve odacıklar yoktu. Nitekim bu yüzden minik bir çatlak oluşunca bile tamamen içe çöktü, içindekiler korkunç biçimde ezilerek can verdi.

Daha fenası şu: Bu minik denizaltıda, yüzeydeki ana gemiyle temasın kesilmesi veya kaybolunması halinde denizaltının yerini saptamaya yarayacak son derece basit yer bildirme teknolojisi de hiç kullanılmamış. Bir an varsayın: Denizaltı suyun üzerine çıksaydı ama olması gereken yerden çok uzakta olsaydı da onu bulmak belki günler sürecekti, bu arada içindekiler de belki havasızlıktan ölecekti, çünkü denizaltının kapakları sadece dışarıdan açılabiliyordu ve denizaltı nerede olduğunu bildiren bir sisteme sahip değildi.

Biz kuralların eksikliği veya uygulanmaması yüzünden kendimizi suçlamayı çok severiz ama baksanıza Batılı şirketler de meydanı boş bulduklarında insan hayatını hiçe sayan şeyleri yapmaktan hiç çekinmiyor.

Borsa mı doğrusunu biliyor, para piyasası mı?

Borsa mı doğrusunu biliyor, para piyasası mı?

Merkez Bankası’nın faizi ürkek biçimde arttırdığı 22 Hazirandan beri piyasalarda ilginç bir ayrışma var. Borsa yükseliyor, TL ise hızla değer kaybediyor. Dün piyasalar açıktı, doların fiyatı 26 lirayı geçti. Sadece son bir ayda TL yüzde 25’ten fazla değer kaybetti. Yüzde 25 devalüasyon çok büyük bir rakam.

Buna karşılık Borsa İstanbul’da bir çeşit bayram havası var. Dün borsa endeksi 5 bin 749’a kadar geldi, oradan kapandı.

Bu iki rakamdan ikisi aynı anda doğru olabilir mi? Borsa neye seviniyor da yükseliyor, para piyasaları neye üzülüyor ve TL’yi terk edip dolara geçiyor? 

Geçmişte benzer ayrışmaları yaşadığımız oldu ama son 4 gün yaşadıklarımız çok çarpıcı doğrusu.

Trafiksiz İstanbul keyfi

Trafiksiz İstanbul keyfi

Geçen hafta cumartesi sabahı erken saatte Avrupa yakasındaki evimden Sabiha Gökçen Havaalanı’na gittim. İstanbul’un normal sıkışık trafiğinde bu yolu 45-55 dakika arası bir sürede kat ediyorum. Ama Cumartesi sabahı yolculuğum 1 saati geçti. Sebebi, tatil için İstanbul dışına çıkmak isteyen araçların yarattığı yoğunluktu. Normalde çok ender durumlarda kullandığım Kuzey Marmara Otoyoluna saptım ve sapar sapmaz neredeyse 4 şeritli yolda adım adım ilerleyen bir trafiğe saplandım.

O gün Ege’ye gitmek isteyen çok sayıda yakınım Bursa’ya, Balıkesir’e kadar adım adım gittiklerini anlattılar.

Ama dün İstanbul’da bunun tam tersi vardı. İş günü olmasına rağmen şehir tamamen terk edilmişti, trafik yok gibiydi. Büyük ihtimal bugün de öyle olacak. Sonra bayram ziyaretleri başlayınca yeniden trafik tıkanacak.

Bence İstanbul’da kalanlar şehrin keyfini çıkarsınlar.