03-07-2023
İsmet Berkan

Mehmet Şimşek’in Nurettin Nebati’den farkı var mı?

Mehmet Şimşek’in Nurettin Nebati’den farkı var mı?

Geçen gün bir alış veriş merkezindeki bir mağazada aldığım minik bir şeyin parasını ödeyebilmek için kasada sırada bekliyorum.

Yan kasada minik bir tartışma var. Bana göre daha yüklü alış veriş yapmış olan bir bey, kredi kartını uzatmış, kasiyer de ‘Taksit ister misiniz?’ diye sormuş, o da ‘Evet isterim’ demiş.

Bazen kredi kartı ile alışverişlerde pos cihazında işlem yaparken banka ekstra 2-3 taksit daha verebiliyor. Kasiyer, ‘Bankanız 3 taksit daha verdi, ister misiniz?’ diye sordu, adam da ‘Evet isterim’ dedi ve her şey bundan sonra yaşandı.

Az önce ekstra 3 taksit veren banka POS cihazı adamın kredi kartını reddetti. Tabii bu kimse için hoş olmayan bir durum, hele başkalarının önünde yaşanınca adam alındı, ‘Olur mu yahu, o kartın limiti çok yüksek’ dedi.

Kasiyer de izaha çalışıyor: ‘Bugünlerde benzer olaylara çok rastlıyoruz, banka önce ekstra taksit öneriyor, sonra da işlemi kabul etmiyor… Tek çekim isterseniz büyük ihtimalle işlem gerçekleşecek…’

Adam ise kendi ödeme gücünden, bankasıyla öteden beri ilişkisinden hareketle, ‘Ne münasebet bana taksit vermezler’ diyor.

Bu tartışmanın bir tane sebebi var: Bankaların tüketici kredisi dahil kredi vermekten çekinir hale gelmesi.

Hayır, tek sebep kredi verdikleri kişilerin bu borçlarını ödeyemeyecekleri düşüncesi değil. Esas sebep, kredi kartıyla yapılan her işlemin de banka bilançosuna ‘Kredi’ işlemi olarak yansıması.

Düne kadar bankalar açısından kredi kartları üzerinden vadelendirilen (ki bunların ezici çocuğunluğu 1 aydan çok daha kısa vadeli ve dolayısıyla faizsiz krediler, ancak kredi kartı borcunun tamamı ödenmezse ödenmeyen bölüm için faiz çalışıyor) krediler, çok da önemsenmeyecek boyuttaydı, hele yüksek limit belirlenmiş müşteriler zaten bir risk olarak da görülmüyordu. Hatta bankalar, ‘İnşallah müşteri borcunun tamamını ödemez de biz de faiz geliri elde ederiz’ diye düşünüyordu.

Ama bugün öyle değil. Bankalar kredi verdiklerinde, ki bu kredi ister yatırım kredisi olsun, ister ticari kredi, ister tüketici kredisi ister müşterisine 15-20 günlüğüne kredi kartı üzerinden verdiği borç, bilançolarındaki toplam kredi miktarı büyüyor. Bu kredilere karşılık da TL açıkları oluşuyor. Bu açığın oluşması, yani bankanın bugünlerde yüzde 57’ye düşürülen TL mevduat limitinin altında kalması ise banka açısından riske dönüşmüş durumda. Çünkü devlet o zaman bankaya düşük faizli devlet iç borçlanma senedi alma zorunluğu getirmiş durumda. Bankalar bu yüzde mevduata yüzde 40’ın üzerinde faiz veriyor.

‘Liralaşma’ diye yola çıkıp en sonunda TL ile harcama yapamaz hale gelmek veya düne kadar vatandaşa verilmiş olan imkanları geri çekmek bize özgü bir anormallik. Kasa başında tanık olduğum, Türkiye’nin nasıl bir çıkmaz sokakta ayakta kalmaya çalıştığının mikro ölçekteki örneklerinden biriydi sadece. Bankacılar anlatmaya kalksa böyle binlerce hikaye var.

Mehmet Şimşek göreve başladığında herkes bu durumu yanlış anladı; ben de burada birkaç kez uyarıcı olmaya çalıştım, Mehmet Şimşek’in dönüleceğini vaat ettiği ‘rasyonel ekonomi’nin ufukta gözükmediğini söyledim. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın ‘rasyonel’i ile Mehmet Şimşek ve ekonomi piyasalarının ‘rasyoneli’nin aynı şey olmadığını biliyordum.

Şimşek göreve geleli 1 ay oldu ama uygulamaları temelde Nurettin Nebati’den çok da farklı değil. Evet arada Merkez Bankası faizi yüzde 15’e yükseldi ama belki 1 yıl önce Nebati, ‘Merkez Bankası faizini anlamsızlaştırdık’ demişti övünerek, bugünkü yüzde 15 de aslında hala ‘anlamsız’ bir faiz, çünkü piyasa gerçeğiyle bağı yok.

Kaldı ki meselemiz zaten faiz de değil; güven.

Aşırı dolarize olmuş, bu dolarizasyonun yarıdan fazlası KKM adı altında bizzat devlet tarafından sübvanse edilen bir para sisteminde, vatandaşın veya şirketlerin dolardan ziyade TL’ye güvenmesini istiyoruz. Onlar da yapılanlara bakıp güvenmemeye devam ediyor.

Mehmet Şimşek’in neden eski Mehmet Şimşek değil de, sadece daha az konuşan, konuşacak olursa da daha az gaf yapan bir Nurettin Nebati olmak zorunda kaldığını merak edenler bence ülke gerçeğinden bihaber, hayal ve temenniler dünyasında yaşayanlar.

Gaye Erkan’ın Şahap Kavcıoğlu’ndan farkı var mı peki?

Gaye Erkan’ın Şahap Kavcıoğlu’ndan farkı var mı peki?

Merkez Bankası Başkanlığı’na Şahap Kavcıoğlu’nun yerine Gaye Erkan’ın atandığı ilk günlerde, yanlış hatırlamıyorsam Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi bir yazı yazdı, Gaye Erkan’ın ilk adı olan ‘Hafize’nin gazete ve web sitelerinde kullanılmamasından, ondan ‘Hafize Gaye Erkan’ diye değil sadece ‘Gaye Erkan’ diye söz edilmesinden bizzat Erkan’ın rahatsız olduğunu söyledi.

Böyle şeyler kafadan atılacak şeyler değil. Belli ki kaynağında bizzat Gaye Erkan var.

Bunca yıllık yurt dışı kariyerinde ilk adı olan ‘Hafize’yi hiç kullanmamış olan Gaye Erkan’ın şimdi ‘Hafize’ adıyla da anılmak istenmesi bana gereksiz bir yaranma ve kendi kendini muhafazakarlaştırma çabası olarak gelmişti.

Benim de bir ilk adım var (Mehmet) ama resmi kurumlarla işlerim dışında hiç kullanmadım. Sokakta birisi bana ‘Mehmet’ diye seslense dönüp bakmam, çünkü benim bildiğim ve kullandığım adım ‘İsmet.’

Gaye Erkan’a da birisi ‘Hafize’ diye seslense dönüp bakar mı, şüpheliyim. Bence o da kendini bildi bileli ‘Gaye’ diye seslenilmiş biri.

Bir insanın adının ‘Gaye’ olunca çağdaş ve laik, buna karşılık ‘Hafize’ olunca muhafazakar izlenim vermesi bize özgü saçma sapan bir durum. ‘Kültür savaşı’ insanları bu hale getiriyor işte.

Her neyse, meselemiz Gaye Erkan’ın adı değil. Mesele, parlak bir bankacılık kariyerinden gelen Gaye Erkan’ın Merkez Bankası’nın başında bir önceki başkana göre fark yaratıp yaratamadığı.

Mehmet Şimşek için az önce söylediklerimin tamamı Gaye Erkan için de geçerli. Şahap Kavcıoğlu, pek çok kişi için beğenilmeyen bir Merkez Bankası Başkanıydı ama seleflerinden Murat Uysal’a göre çok daha iyi yaptı işini. Şimdi unutuldu ama Kavcıoğlu göreve getirildikten sonra uzun süre faiz indirimine de direndi aslında. Cumhurbaşkanı tarafından açıkça görevden alınmakla tehdit edildikten sonra büyük ihtimalle ‘Bir ben miyim kahraman, koyver gitsin’ diye düşünerek faiz indirimlerine başladı.

Bir kere böyle rahatladıktan sonra da, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a seçimi kazandıran başlıca isimlerden biri oldu.

Şahap Kavcıoğlu’na göre daha parlak bir kariyerden ve bilgi birikiminden gelen Gaye Erkan’dan da Cumhurbaşkanı’nın beklediği daha az değil: Ona yerel seçimi kazandırması, bunu yaparken ekonomiyi ayakta tutması.

Türkiye Fransa olmaz, olsa olsa Dilovası olur

Türkiye Fransa olmaz, olsa olsa Dilovası olur

Günlerdir Fransa’da yaşanan getto ayaklanmasını konuşuyor dünya. 17 yaşında bir gencin ehliyetsiz araç kullanırken yakalanıp sonra polis tarafından vurulması üzerine başlayan ırkçılık karşıtı isyan, ciddi vandalizme de neden olarak devam ediyor.

Türkiye’de bir kısım siyaset yorumcusu esnafı, bayramda gündemde konu da olmamasından hareketle bu olayların bizde de yaşanabileceğini söylemeye başladı. Yani bir gün Suriyeliler ayaklanabilirdi. Sosyal medyada bu konuda gevezelik yapanlara polis soruşturma başlattı, dün sabahAk Parti bu konuda sert açıklamalar yaptı.

Biz ırkçılığı Batıdan öğrendiğimiz ve bu konuda bir hayli de geç kaldığımız için olsa gerek, kendimizden aşağı gördüğümüz Suriyeli, Afganlı, Iraklı göçmenlere yaptığımızı ‘ırkçılık’ olarak görmüyoruz, kendimize hak görüyoruz, ‘Türkiye Türklerindir’ demeye devam ediyoruz.

Bakın dün Kocaeli’nin bahtsız ilçesi Dilovası’nda çok çarpıcı olaylar yaşandı. İddia o ki, bir grup Suriyeli ellerinde sopalarla bir Türk’ün evine saldırmıştı. Sahiden saldırmış mıydı, ben en azından tam olarak bilmiyorum. Bunun üzerine Dilovası’nın Türk halkı sokağa çıkmış, Suriyelilere saldırmaya başlamıştı. Olaylar gece boyunca sürdü. Polis havaya ateş açmak zorunda bile kaldı.

Fransa’da ayaklananlar ırkçılık karşıtları; bizde ise bizzat bazı siyasetçiler tarafından da desteklenen ırkçılar sokakta.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘Suriyeliler Gi-De-Cek’ diye açıkça ırkçı afişlerle seçim propagandası yaptığı bir ülkede Dilovası’nda dün yaşananlar gayet sıradan şeyler aslında.

700’den fazla mülteci 3,5 milyon dolar para ödemiş

700’den fazla mülteci 3,5 milyon dolar para ödemiş

İki hafta önce üzerinde 700’den fazla mülteci taşıdığı düşünülen Adriana adlı bir balıkçı teknesi Yunanistan’ın Mora yarım adası açıklarında, Yunan sahil güvenlik botlarının neredeyse gözetiminde battı. Mültecilerden küçük bir bölümü kurtuldu, 600’den fazlası öldü.

Bir yandan Yunanistan Sahil Güvenlik örgütünün bu önlenebilir ölümlerdeki rolü tartışılıyor. Yunanistan makamlara konuya bir insani kurtarma konusu olarak değil adli bir konu olarak bakmışlar, o yüzden de 600’den fazla insan ölmüş.

Ama madalyonun bir de öteki yüzü var. The New York Times’ın haberine bakılacak olursa, Adriana’ya binmeyi başaran 700’den fazla mülteci, bu derme çata gemide tıklım tıkış o ölüm yolculuğuna çıkabilmek için toplamda 3,5 milyon dolar para ödemişler.

Gemide bir de kast sistemi varmış. En altta 350’yi aşkın Pakistanlı, bir kat yukarıda kadınlar ve çocuklar, en üstte ise Suriyeli, Mısırlı ve Filistinli mülteciler.

Dehşet verici hikayeler bunlar.

Bodrum, Marmaris ve Fethiye il ve büyükşehir belediyesi olmalı

Bodrum, Marmaris ve Fethiye il ve büyükşehir belediyesi olmalı

Devlet Bahçeli önerdi, ‘Cumhuriyet’in 100. yılında Türkiye 100 il olmalı’ dedi, Ak Parti kanadı da sanırım bu öneriye olumlu yaklaştı. Bu arada uzun zamandan beri il olmayı bekleyen ilçeler de hareketlendi.

Türkiye’de devleti idari yapılanmasında bir reform olmasını  çok uzun süre tartıştık ama sanırım bu tartışmaların sonunda bir yere varamadık. Devlet ve siyaset ‘vilayet’ kurumundan da, artık bir nevi siyasi temsilciye dönüşen ‘vali’ ve ‘kaymakam’dan da vazgeçmek istemiyor.

Madem böyle kalacak, benim spesifik olarak üç büyük turistik ilçeyle ilgili önerim var: Muğla’nın ilçeleri olan Bodrum, Marmaris ve Fethiye il olmalı. Tek başına il olmak da yetmez, bu üç yeni il ‘Büyükşehir Belediyesi’ de olmalı.

Son 40 yıldır son derece kontrolsuz biçimde büyüyen, bu sebeple de devasa altyapı sorunları olan bu üç ilçede özellikle yaz aylarında hayat yaşanmaz hale geliyor. Ama buna rağmen her yıl artan sayıda insan da bu ilçelere koşa koşa gelmeye, orada ev sahibi olmaya veya tatil yapmaya da devam ediyor.

Örneğin Bodrum’un bir zamanlar köy olan ama artık ilçe büyüklüğüne gelen dev mahalleleri arasında yolculuk yapmak artık imkansız. Bodrum merkeze gitmek ise bir bütün günü gözden çıkarmakla ancak mümkün. Bu dev yarım adaya acilen yaz kış çalışacak toplu ulaşım sistemleri tasarlamak kaçınılmaz bir görev. Ama bugünkü haliyle Bodrum Belediyesi’nin bunu başarmasına imkan yok.