İçinden geçtiğimiz derin ekonomik sıkıntıyı ‘normal’ sanmak
Hani bazen evde epeydir giymediğiniz bir pantolonun veya ceketin cebinde biraz para bulursunuz ya, öyle bir şey oldu dün.
Geçen yıl, toplu halde çok sayıda tişört satın almıştım, internet üzerinden. Bu tişörtlerden biri, henüz paketi bile açılmamış şekilde dün ansızın ortaya çıktı. Paketin üzerinde tişörtün fiyatı da yazılıydı: 35 lira.
Tesadüf bu ya, önceki gün oğlumla mayo almak için ünlü bir yerli erkek giyim mağazasına gitmiştik, oğlum mayosunu denerken ben de etrafa bakıyordum. Tişörtler gördüm mağazada. 1,199 liraydı düz beyaz tişörtler. Acaba yanlış mı görüyorum diye okuma gözlüğümü takıp yeniden baktım etikete. Üstelik bu mağaza ve marka öyle pahalı olmasıyla meşhur bir marka değildi, aksine genç ve düşük gelirli beyaz yakalı çalışanları hedef alan, makul fiyatlı bir markaydı.
Evde geçen yıldan kalma tişört 35 lira, mağazada tişört 1,199 lira…
Bugün 35 liraya ne alınabiliyor? Dün gece bir top dondurmaya 25 lira verdik; bazı butik ve pahalı dondurmacılarda dondurmanın topu 50 lirayı aşıyor.
Yarın sabah enflasyon açıklanacak. Başka pek çok kişi gibi benim gözüm yıllık rakamdan ziyade bu yılın ocak ayından beri yaşanan enflasyonun toplamında olacak. Mayıs ayında 5 aylık enflasyon toplamı yüzde 15,26 idi. Herhalde yüzde 17’nin üzerine çıkacak ilk altı ayın enflasyonu yarın sabah. Haziran rakamlarını dün açıklayan Enflasyon Araştırma Grubu ENAG’a göre yılbaşından bu yana enflasyon yüzde 50’yi aşmış durumda.
Elbette yüzde 50 ile yüzde 17 arasında dehşet verici bir fark var. İki rakam aynı anda doğru olamaz ama hangisini doğru seçerseniz seçin, yaşadığımız fiyat artış hızı ‘normal’ falan değil.
Bakın, Batı ülkeleri enflasyonları yüzde 9-10’a çıktı diye resmen krize girdiler, aylarca başka konu konuşmadılar, faizleri deli gibi yükselttiler ve enflasyonu yeniden kontrol altına aldılar. Türkiye ise daha bu konuda harekete bile geçmedi, Merkez Bankası’nın faizi yüzde 15’e yükseltmesi bir anlam ifade etmiyor.
Bakın, seçimden önceki son cuma günü, 26 Mayıs’ta 1 Amerikan doları almak için 19,97 lira veriyordunuz. Bu sabah 26 liradan satılıyor 1 Amerikan doları. Yüzde 30’dan fazla arttı 5 haftada doların fiyatı. Yıl başından beri bakacak olursanız artış yüzde 40’ın üzerinde.
Eskiden ATM makinesinden ayda iki kez 750 lira çekmek, aylık nakit ihtiyacım için yeterli olurdu. Şimdi cüzdanımda 750 lira kaldığında, ‘Eyvah naktim bitiyor’ diye düşünüyorum.
Yeni fiyatlara alışmak da, bu fiyatlara uygun davranış geliştirmek de artık kolay değil. Dün akşam otomobilimizi bir otoparka koyduk, girişte kocaman yazıyordu: Otopark ücreti 100 TL. Otopark ücreti 20 liraya yükseldi diye sinirlendiğim zamanlar dün gibi.
Bu sabah benzine ve sigaraya zam geldi. Bir simit 10 lira olmanın eşiğinde. Eskiden otomobil aldığımız paraya bugün buzdolabı alıyoruz.
Bu ülkede 30 milyondan fazla insan gelirini aylık ücret olarak elde ediyor. Aldığınız ücretler ne kadar hızlı artmalı ki, fiyatların artış hızını yakalayasınız, hatta o hızı geçip kendinize ve ailenize refah yaratabilesiniz? Sadece 6 ayda resmen yüzde 17 artan fiyatları yakalamak için ücretiniz ne kadar artmalı ki hayat pahalılığına yenilmeyesiniz?
Aynı şeyi bir de size o ücreti ödeyen, o ücret zammını yapacak işveren açısından düşünün. Kazancını ne kadar arttırmalı ki, sizin hayat pahalılığına mağlup olmamanızı sağlayacak kadar ücret artışı verebilsin?
Neresinden baksanız çok feci bir anormallik yaşıyoruz ve bu anormalliği de aslında kendi kendimize yarattık.
Adını da koymak lazım, bu yaşadığımız anormalliğin müsebbibi Tayyip Erdoğan’dan başkası değil. Halk, aynı Erdoğan’ı ‘Bu işi düzeltse düzeltse o düzeltir’ diyerek yeniden iktidara taşıdı.
Şimdi Erdoğan sıkışmış durumda: Yerel seçimi enflasyonla mücadele ederek mi kazanabilir, ediyormuş gibi yaparak ama gerçekte etmeyerek mi?
Şimdilik seçimi ikincisiymiş gibi duruyor.