05-07-2023
İsmet Berkan

Ekrem İmamoğlu ile Kemal Kılıçdaroğlu’nu birleştiren nokta: Millet İttifakı’nı bir arada tutmak

Ekrem İmamoğlu ile Kemal Kılıçdaroğlu’nu birleştiren nokta: Millet İttifakı’nı bir arada tutmak

Seçimden beri çoğu insan gibi ben de siyasi gelişmeleri, özellikle de muhalefet kanadında ve CHP içinde yaşananları göz ucuyla takip ediyorum. Burada da bir seferinde yazdım, CHP içi gelişmelerden daha sıkıcı bir konu ancak Kıbrıs sorunu olabilir artık; bu parti içinde kimin ne dediği ve son dedikodularla kimsenin ilgilendiğini düşünmüyorum, hayal kırıklığına uğrayan seçmen neticeye bakacaktır bu saatten sonra, siyaset esnafının güne göre kıvırmalarına değil.

Seçimin ertesi sabahı görevinden istifa etmiş olması gereken Kemal Kılıçdaroğlu, baktığınızda hala sanki bir anlam ifade ediyormuş gibi nutuklar atıyor, kendince ince mesajlar veriyor ve açıkçası koltuğunu korumaya çalışıyor.

Onun en büyük rakibi olarak öne çıkan Ekrem İmamoğlu ise temkinli adımlarla bir kampanya yürütmeye başladı. Dün açtığı internet sitesi yoluyla vatandaştan CHP’de yaşanmasını istenen değişime ilişkin görüş toplamaya başlaması, bu kampanyanın ilk adımı olsa gerek.

İlginçtir, hem Kemal Kılıçdaroğlu hem de Ekrem İmamoğlu dün aynı konunun üzerine bastılar, aynı şeyi öncelik olarak ele alacaklarını ilan ettiler: Seçimde Kemal Kılıçdaroğlu’na oy veren yüzde 48’lik ‘muhalefet’ bloğunu bir arada tutmak.

Dün de biraz yazmaya çalıştım: Bu kaçınılmaz bir siyasi gerçek zaten. Muhalefetin geri kalanı, en iri yarısı olan İyi Parti’den en ufak tefeği olan Demokrat Parti’ye kadar herkes, yüzünü dönmüş CHP’nin kararını bekliyor, önümüzdeki birkaç ay boyunca da beklemeye devam edecek.

CHP’nin seçeceği isim ise kaçınılmaz biçimde eskinin 6’lı masasını mümkün olduğunca eksiksiz bir arada tutmak isteyen, hatta o masaya Ümit Özdağ gibi figürleri de eklemeye çalışan bir isim olacak.

Yani CHP’den gerçek bir ‘sol’ siyaset yapmasını, kendi kimliğini ayrıştırmasını bekleyenler yanılıyor. Siyasetin gerçekleri, CHP’yi tam tersine merkezin daha da sağına doğru gelmeye zorluyor. Ve dün gerek İmamoğlu’nun gerekse Kılıçdaroğlu’nun sözlerini okuyunca, bu tercihin çoktan yapıldığı, ‘değişim’den kastedileninse aslında bu olduğu izlenimi doğuyor.

Bu tercih eminim özellikle CHP çevresinde çok tartışmaya neden olacak, bu partiye yakın duran medyadaki yorumcular arasında ciddi bölünmeler yaşanacak, hatta tercihin parti içinde bölünmeye neden olması bile söz konusu.

Baksanıza, partinin sağ kanadından, açıkça ırkçı ayrımcı ve kadın düşmanı tavrıyla tanınan Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan bir yandan bir adalet yürüyüşü yapıyor; partinin ‘sol’ kanadından olduğunu sürekli söyleyen İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer gidip Ekrem İmamoğlu’nun düşüncelerini öğrenme ihtiyacı duyuyor; parti genel başkanının grup konuşmasını çoşkusuz bir kalabalık dinliyor…

Bilmiyorum insanlar Ekrem İmamoğlu’nun web sitesine neler yazacak, kaç kişi yazacak, İmamoğlu ekibi bu yazılanları ne ölçüde dikkate alacak ama bildiğim şu: CHP kendi tarihi açısından bir yol ayrımında ve seçimi de ‘eldeki bir kuş’ ile ‘daldaki iki kuş’ arasında sanki ve iki rakip aday daha şimdiden gözlerini eldeki bir kuşa dikmiş durumda.

Ekonomide durum: Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık

Ekonomide durum: Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık

Kabaca bir strateji belirginleşiyor aslında.

Bir yandan kurlar yukarı gidiyor. Dolar iki gündür 26 lira. Gerçi Erdal Sağlam bu seviyenin Tayyip Erdoğan tarafından ‘izin verilen’ seviye olduğunu, Merkez Bankası’nın doların 26 liranın üstüne çıkmasına izin vermediğini söylüyor ama benim sezdiğim strateji geçerliyse, doların fiyatının biraz daha yükselmesi gerekecek.

Kurlar yukarı giderken (Son 5 haftada yüzde 30 yükseldi) Merkez Bankası da döviz rezervlerini düzeltmeye çalışıyor, piyasada aktif alıcı. Daha doğrusu kendisine mecburen bozdurulan ihracat dövizlerinin üzerine oturuyor. Bir yandan kamu-özel bankalar aracılığıyla piyasaya dolar veriyor ama yine de rezervi artıyor.

Burada ulaşılmak istenen hedef belli: Seçim öncesi eksi 77 milyar dolara kadar gerileyen döviz rezervini sıfırlamaya yaklaşmak, sahiden döviz biriktirip yurt dışı yatırımcılara ve borç vericilere güvence sağlamak.

Bu iki yolla, yüksek dolar kuru ve düzelmeye doğru giden rezerv pozisyonuyla önce sıcak parayı, ardından da belki daha orta vadeli gelecek yatırımcıyı cezbetmek.

Ama bunun için TL’de reel faiz olması, benzer şekilde dolar kurunda da belli bir istikrar yakalanıp dolarını bozdurup TL enstrümanlara girenlere çıkışlarında dolar bazında kâr vaat edilmesi gerek. Yani faizin daha da yükselmesi, Hazine borçlanma maliyetinin artması. Çünkü yabancı fonlar gelecekse borsayada değil esas olarak Hazine bonolarına gelecek.

Tabii, Merkez Bankası rezerv yükselteyim derken kaçınılmaz biçimde piyasaya TL veriyor. Eğer bu söylediğim strateji gerçekse, o zaman o TL ne olacak? Dönüp dolaşıp enflasyon olarak karşımıza çıkmayacak mı? Hayır, banka bir yandan da faiz arttırıp TL sterilizasyonu yapıyor.

Merkez Bankası’nın bu kısır döngüyü kırmasının yegane yolu, o TL’nin alış verişe ve tüketime gitmek yerine bankalara, vadeli hesaplara yönelmesini sağlayacak faiz seviyesine gelmek. Yani Merkez Bankası’nın politika faizini yeniden belli bir anlam üretir seviyeye gelmesini sağlamak.

Nitekim, Merkez Bankası’nın web sitesindeki grafiğini de koyuyorum, bankaların fonlama maliyetleri yüzde 9,09’dan bayram öncesinde 12,84’e kadar yükselmiş; bankaların Merkez Bankası’ndan bu faizle aldıkları kısa vadeli para miktarı ise 690 milyar liradan 177 milyar liraya kadar düşmüş. Bu, bankaların gecelik veya haftalık gibi çok kısa vadede Merkez Bankası kaynaklarını daha az kullanması anlamına geliyor. Bankalar ellerindeki ihracatçı dövizini satarak TL temin ediyor, Merkez Bankası fonlamasına ihtiyaçları azalıyor. Nitekim verdiğim web linkinde açıkça görülüyor zaten, açık piyasa işlemleriyle TL fonlamasında bir ay önceye göre ciddi düşüş var.

Merkez Bankası’nın faiz arttırma işini yavaş yavaş yapacak olmasını anlayışla karşılamak gerek belki. Bankalara zaman yaratılıyor, onların üzerlerindeki riskli varlıkları azaltmalarına olanak tanınıyor. Ama hayır; aslında öyle yapılmıyor. Bankaların riski, ellerindeki onlara zorla aldırılmış sabit faizli kağıtlardan kaynaklanıyor. Bu kağıtları piyasada satmaya kalksalar, korktukları risk anında karşılarına çıkacak. Doğrusu, Hazine’nin bir geri alım veya takas programı yapması, bu kağıtları ya geri alması ya da mesela değişken faizli kağıtlarla değiştirmesi.

Mehmet Şimşek ve Gaye Erkan temel olarak yurt dışından gelmek isteyenlere hem ‘güven’ vermeyi hem de ‘güvenli kazanç’ vaat etmeyi öncelikli hedef olarak belirlemiş gibi duruyorlar.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 17-20 Temmuzda yapacağı Körfez ülkeleri turundan sahiden 25 milyar dolarlık yatırım açıklaması gelirse, bu ‘güven’in oluşmaya başlayacağını, bu arada Merkez Bankası’nın da rezerv arttırmaya devam edeceğini planlıyor olabilirler.

Eğer dedikodulara yansıdığı gibi Merkez Bankası Temmuz ayında faizi yüzde 20 civarına çekecekse, bu güven biraz daha pekişecek demektir. Fakat tabii bu faiz artışının bir bedeli de var: Ekonomik faaliyetin yavaşlaması ve enflasyon.

Kısaca durum şu: Merkez Bankası ve ekonomi yönetimi aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık var.

2 yaşındaki İsmail’e değen kurşun

2 yaşındaki İsmail’e değen kurşun

Resmi adı ‘yorgun mermi.’ Ama ben ‘Serseri kurşun’ demeyi tercih ediyorum. Uzunca bir süreden beri Türkiye’nin büyük bir sorunu bu. Kaç kişi bu kim bilir nerede ateşlenmiş, sonra havada süzülerek rastgele birisinin vücuduna saplanmış mermilerle öldü.

Son örnek Kayseri’den geldi.Evinin avlusunda oynayan 2 yaşındaki minik İsmail birden acıyla yere düştü. Annesi hemen koştu, aklına ‘yorgun mermi’ gelmediği için çocuğunu bir arının soktuğunu düşündü.

Ama hayır, minik İsmail’e bir kurşun saplanmıştı. Apar topar hastaneye götürüldü İsmail ve neyse ki kurtuldu. Ama kurtulamayabilirdi.

Bu konu sahiden Türkiye’nin önemli bir sorunu.

Bir yatırım aracı olarak otomobil

Bir yatırım aracı olarak otomobil

Neredeyse bir yıl önceden beri biliyorum, evimizde bir Bluetooth hoparlöre ihtiyacımız var. Epeydir mağazaları dolaşıyorum, beğendiğim hoparlörlerin fiyatı hep bana yüksek geliyordu. Geçen gün bu ihtiyacı daha fazla erteleyemeyeceğim ortaya çıktı ve ne göreyim sadece 20-25 gün önce bakıp pahalı bulduğum için almadığım hoparlörün fiyatı iki kattan fazla artmıştı.

İnsanların enflasyon ortamında neden alışverişe yönelmesi gerektiğinin açık kanıtı bir durum. Benim gelirim artmadı ama alacağım eşyanın fiyatı arttı. Onu eski fiyatından almış olsaydım, kazançlı çıkacaktım.

Bu halin en uç örneği otomobil. Fiyatlar o kadar hızla artıyor ki, erken alan kazanıyor. O yüzden sıfır kilometre otomobile büyük bir hücum var. Bakın haziran ayında otomotiv piyasamız rekorlar kırmış. Üstelik uzun bayram tatiline rağmen satışlar azalmamış artmış.

Fukuşima’nın radyasyonlu suyu

Fukuşima’nın radyasyonlu suyu

Japonya’daki Fukuşima santralı, 2011’deki depremin ardından yaşanan tsunamiyle dünyayı çok büyük bir felaketin eşiğine getirdi. Şimdi aradan 12 yıl geçti ama felaket tehlikesi bitmiş değil, hala santralı soğutmaya devam etmek ve içindeki radyoaktif materyali de sızdırmadan tutmak gerekiyor. Daha binlerce yıl da bu çaba devam edecek.

Tabii santralın artık kullanılamaz duruma gelmiş çekirdek bölümlerindeki maddeyi soğutmak için kullanılan su sık sık kirleniyor. Bu suyun bir biçimde deşarj edilmesi gerekiyor. Son olarak yeniden bu karar alındı, bir miktar radyoaktif su okyanusa bırakılacak.

Vahim bir kazanın vahim sonuçları işte.