Tava ciğer denince ‘hazır ol’a geçtiğim, yemyeşil, sımsıcak, güzeller güzeli ama bir o kadar da mütevazı bir şehirdeyiz bu hafta. Edirne, İstanbul’dan elinizi uzatsanız sanki dokunacağınız kadar yakın. Bunu fark edince sürekli gitmek isteyecek ve içinizde yükselen Edirne aşkına karşı koyamayacaksınız.
Bir hafta sonu dostlarımızla beraber düştük yollara… Rotamız Meriç ve Tunca nehirleri üzerindeki taş köprüleri, camileri, müzeleri, hamamları, medreseleri ve diğer tüm tarihi yapılarının yanı sıra insana bambaşka bir gezegene adım attığını düşündürecek kadar renkli ve çok farklı bir deneyim yaşatan Kırkpınar yağlı güreşlerine de ev sahipliği yapan Edirne.
Edirne’ye geldiğinizdeki ilk izleniminiz, tarihin tozlu sayfalarını teker teker çevirmeye başlayacak olmanız. Şehir merkezinde gezerken, karşılıklı oturup konuşsanız kim bilir hangi tadına doyulmaz hikayeleri anlatacak olan tarihi yapıları hayranlıkla izliyorsunuz. Büyük bir vakurla asırlara meydan okuyan, gösterişten uzak, sessiz, sakin binalar bunlar. Öyle modern şehir hayatının yapay mimari anlayışından çok uzaklar. Dile kolay, 1363’ten 1453’e kadar tam 90 yıl Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapan bir şehir var karşımızda.
Yunanistan ve Bulgaristan sınırında, Tunca ve Meriç nehirlerinin yeşil bir gerdanlık gibi süslediği bu güzel ve modern şehir, önce İstanbul’a yakınlığıyla sonra zengin kültürel değerleri ve tadına doyulmaz lezzetleriyle daha ilk görüşümüzde gönlümüzü fethetmeyi başardı. Bol tereyağlı ve bademli Kavala kurabiyesi ile yemelere doyamadığım tava ciğer denince benim için artık bir dünya markasıdır kendisi, burası net.
Otoparklarda Bulgar plakalı araçların yoğunluğunu görünce insan şaşırıyor önce. Şehir merkezi alışveriş merkezleri hariç sakin, hele arka sokaklara dalınca bambaşka. Kimsenin kimseyle derdi yok, herkes kendi havasında yaşıyor. Trakya halkına özgü bir mutluluk ve hoşgörü her yeri sarmış.
Muhteşem Mimar Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camii bir yana – ki insan görür görmez kendisine bir çeki düzen verme ihtiyacı duyuyor – düzenlenmesinde gösterilen titizliği her köşesinde hissettiğiniz Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi, Bulgar Kilisesi, asırlık çınar ağaçlarıyla süslü güzel Karaağaç ve Karaağaç Tren İstasyonu, Trakya Üniversitesi Doğa Tarihi Müzesi ile aynı kampüste yer alan İlhan Koman Heykel ve Resim Müzesi favorilerim arasında. Hele Karaağaç’ın Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne çıkan ağaçlı yolu şirin kafeleri ve sempatik evleriyle gönlümde özel bir yer kazandı.
Kullanılmadığı için artık üzerinde otlar bitmiş raylarıyla bir köşede sessizce duran, ‘Edirne’ tabelası ve buharlı kara treniyle hafızama kazınan Karaağaç Tren İstasyonu, nedendir bilmem bende derin bir hüzün oluşturdu. Kim bilir nelere şahit oldu bu istasyon? Biraz tarihinden bahsetmeden geçemeyeceğim. İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan demiryolunun en önemli istasyonlarından birindeki binası, Vedat Tek’le beraber Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın önemli isimlerinden Ahmed Kemaleddin’in eseri.
Sirkeci garı örnek alınarak yapılan neoklasik tarzdaki binanın II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında tamamlandığı, Edirne’nin alınmasından sonra 1913’te yapımına başlandığı, 1914’te bitirildiği biliniyor. Ancak 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’nda demiryolu güzergahı değiştiği için istasyon hizmete giremiyor. Savaş bitince de istasyon Osmanlı Devleti’nin sınırları dışında kalıyor. Sonraları Lozan Antlaşması gereği savaş tazminatı olarak Karaağaç Kasabası Türkiye’ye geri veriliyor ve istasyon 1930’da yeniden işletmeye açılıyor. 1971’de Pehlivanköy-Svilengrad demiryolu üzerinde inşa edilen yeni Edirne Garı’nın hizmete girmesi üzerine istasyon 1971’de kapatılıyor ve rayları sökülüyor. Yıllar sonra aslına uygun olarak restore edilen bina bugün Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılıyor. Üniversitenin bahçesinde Lozan Anıtı ve Müzesi’ni de görebilirsiniz.
Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin bahçesinde, yeşillikler arasında küçük, şirin bir müzeye rastlamak Edirne gezimizin hoş süprizlerinden biri oldu. Edirneli ünlü heykeltraş İlhan Koman’ın adını taşıyan heykel ve resim müzesinde Koman başta olmak üzere Burhan Doğançay, Mustafa Pilevneli, Süleyman Saim Tekcan gibi birçok sanatçının eseri var. Bahçenin diğer yanında heykel bölümü öğrencilerinin çalışmalarını da görebilirsiniz.
Edirne’nin tereyağlı ve bademli Kavala kurabiyesi, Türkiye ile kapı komşusu Yunanistan’ın mutfak kültürünün ne kadar benzerlik gösterdiğinin kanıtı. Biz Arslanzade’nin kurabiyelerine bayıldık, silip süpürdük. Bölgeye özgü beyaz peynirleri mutlaka deneyin. Merkezde, hemen her köşe başında karşınıza bir ciğerci çıkıyor ama bizim her gittiğimizde tercih ettiğimiz adres; Ciğerci Niyazi Usta. Bir de çok aç gitmemek lazım sanki, çünkü dükkandaki tüm ciğerleri yemekle yememek arasındaki ince çizgiyi her an geçebilirsiniz.
1967 yılından bu yana hizmet veren Gazi Baba Meyhanesi ününü fazlasıyla hak ediyor, hem sıcacık ortamı, hem fasılı, hem mezeleri hem de çok renkli profiliyle. Bir masada Yunanlar var, diğer masada Bulgarlar… Gece ilerleyince bir bakıyorsunuz herkes birbiriyle can ciğer kuzu sarması olmuş. Bir kez giden herkesin tanımaktan çok keyif aldığı “İsmail Abi”nin büyük bir kibarlıkla her masayla tek tek ilgilenmesi, hoşsohbeti, neşesi ve güleryüzü insanı çok ama çok mutlu ediyor. Fasıl şahane, muhabbet 10 numara, yemekler harika. Yolunuz Edirne’ye düşerse Gazi Baba Meyhanesi’ne uğramadan asla dönmeyin!
Edirne’den sessiz, sakin geçen Meriç Nehri şehre doyumsuz bir güzellik katıyor, hele o güzelim Karaağaç yolu üzerinde göreceğiniz Meriç Köprüsü özellikle gün batımında kelimenin tam anlamıyla eşsiz. Mecidiye Köprüsü olarak da bilinen Meriç Köprüsü’nün yapımına Sultan II. Mahmut zamanında başlanmış ancak Sultan Abdülmecid zamanında bitirilmiş. Edirne’nin 19’uncu yüzyılda inşa edilmiş Osmanlı dönemine ait son taş köprüsü.
Edirne’yi darüşşifaya yani döneminin hastanesine kavuşturmak amacıyla 15’inci yüzyılda Mimar Hayrettin’e yaptırılan Sultan II. Bayezid Külliyesi, Trakya Üniversitesi tarafından restore edilerek Sağlık Müzesi’ne dönüştürülmüş ve 1997 yılında ziyarete açılmış. Müzede Osmanlı’nın sağlık geleneğine ışık tutan bilgiler ayrıntılı bir şekilde veriliyor. Tıp medresesindeki yaşam ile darüşşifada yapılan uygulamalar zengin bir görsel anlatım eşliğinde, iç içe geçmiş odalarda sunuluyor ve bu tarihi yapının atmosferinde gezerken bir bakıyorsunuz asırlar öncesine gidivermişsiniz. Müzenin hazırlanmasında gösterilen titizliğe şapka çıkarmamak mümkün değil.
Edirne Büyük Sinagogu
Edirne’nin farklı inanışlardaki toplumları kucaklayan ve derin bir hoşgörüyü yansıtan yaklaşımı dini yapılarda da kendini gösteriyor. Türkiye’nin en büyük, dünyanın üçüncü büyük sinagogu olan Büyük Sinagog’un geçmişi 15’inci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Seferad cemaatine kadar uzanıyor. Sinagog, 1905 yılında büyük bir yangın geçirmiş ve II. Abdülhamid’in izniyle yaptırılmış, 1907 yılında ise yeniden ibadete açılmış. Fransız mimar France Depre, sinagogu yaparken Viyana’daki Leopoldstadter Tempel sinagogundan esinlenmiş. 1983 yılına kadar ibadete açık olan sinagog, sonraları yıkılmaya yüz tutmuş. 2010 yılında restore edilmiş ve 2015’te yeniden ibadete açılmış.
1912-1913 yılları arasında yaşanan 1. Balkan Savaşı’ndan sonra Bulgaristan’a geçen ama 2. Balkan Savaşı’ndan sonra yeniden Türk topraklarına katılan Edirne’nin tarihinde Bulgarların önemli bir yeri var. Bulgar nüfusunun ağırlıklı olarak yaşadığı Kıyık semtinde, Sultan Abdülhamid’in izniyle 1880 yılında yapılan Sveti Georgi Kilisesi ya da diğer adıyla Bulgar Kilisesi 40’lı yıllarda bakımsızlıktan harabeye dönse de 2003’te büyük bir restorasyon geçirmiş, 2004 yılında ise tekrar açılmış. Mimarisi ve vitraylarıyla çok hoş, bakımlı ve oldukça yalın bir kilise. Edirne’nin merkezinden yürüyerek gidebilirsiniz.