20-07-2023
İsmet Berkan

10Haber’de yeni bir sayfa… Cumhuriyet’e 100 Gün

10Haber’de yeni bir sayfa… Cumhuriyet’e 100 Gün

Bugün 20 Temmuz 2023. Bundan 100 yıl önce bugün, Ankara’da modern Türkiye tarihinin tamamına damgasını vuracak bir büyük siyasi hesaplaşmanın son aşaması başlamıştı.

100 yıl önce bugün bu saatlerde İsmet Paşa, Lozan’daydı ve Lozan Barış Antlaşmasını imzalayacağı 24 Temmuzdaki töreni bekliyordu. Bir ölçüde rahatlamıştı; çünkü Kurtuluş Savaşı’nı yapan kadro içinde başlayan bir büyük krizde sadece bir gün önce, 19 Temmuz 1923 günü Gazi Mustafa Kemal çok önemli bir hamle yapıp muhalifleriyle gemileri yakmıştı.

O hamleyi anlamak için önce birkaç gün geriye, sonra da belki bir yıl geriye gitmek lazım. Ama gelin biz sadece 5 gün önceye dönelim.

15 Temmuz 1923’te İsmet Paşa, Lozan’dan Başbakan Rauf Orbay’a bir telgraf çekti. Barış antlaşması nihai imza için hazırdı. İtilaf Devletleri temsilcileri 24 Temmuzda bir törenle imzaları atmak ve sonra da evlerine dönmek istiyordu. Hükümetin son bir itirazı yoksa o da imzayı atabilir miydi?

Telgraf Ankara’da Gar binasında çalışan Rauf Orbay’ın masasına geldi ve orada öylece durdu. Bir gün, iki gün, üç gün… Rauf Orbay telgrafa olumlu veya olumsuz hiçbir yanıt vermedi.

O sırada İsmet Paşa da tedirgin biçimde bekliyordu; çünkü aylardır kendisi ile Rauf Orbay arasında büyük bir güvensizlik oluşmuş ve bu güvensizlik giderek büyümüştü.

18 Temmuz günü kağıdı önüne çekti, doğrudan Meclis Başkanı ve Başkomutan Gazi Mustafa Kemal’e hitaben bir telgraf çekti. Özünde, ‘Eğer hükümet bana güvenmiyorsa görevden çekilebilirim’ diyordu.

Henüz Atatürk ismini almamış olan Mustafa Kemal, aylardır Rauf Orbay ile İsmet Paşa arasındaki gerginliği yakından izliyor ve müzakereler sırasında sık sık İsmet Paşa’dan yana ağırlık koyuyor ama Rauf Orbay’ı da kırmamaya dikkat ediyordu. Bu olay bardağı taşıran bir damlaydı.

Hemen ertesi sabah, 19 Temmuz’da İsmet Paşa’ya bir telgraf çekti. Bu telgraf öncesi Rauf Orbay’la konuşmadı bile ve Meclis Başkanı olarak hükümetini de çiğneyerek İsmet Paşa’yı kutladı, imza atma iznini verdi.

Dört gün sonra imzalanmasının 100. yılını kutlayacağımız Lozan Antlaşması işte böyle imzalandı. Bir son dakika kriziyle birlikte.

Lozan tartışması bugün bile canlı

Çok nadiren açık açık konuşulur ve söylenir ama Türkiye’de bugün dahil yaşadığımız siyasi bölünmüşlüğün arka planındaki önemli unsurlardan biri Lozan Antlaşması’dır. Daha dün YeniŞafak’ta yazılarını dikkatle takip ettiği Aydın Ünal, Lozan’ın neden bir başarı değil başarısızlık olduğuna dair bir yazı dizisini yazmaya başladı. Olay 100 yıl önce yaşandı ama tartışması hala canlı anlayacağınız.

Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi Kurtuluş Savaşı’nın önemli figürleri ve Atatürk’ün silah arkadaşları Lozan’ı neden beğenmiyordu ve beğenmediklerini neden açık açık söylemek yerine hep yan yollara sapıyordu?

Tazminata karşılık Karaağaç

Bir örnek: İsmet Paşa, Lozan’a giderken Ankara hükümeti ona bir müzakere direktifi vermişti, yani müzakere sırasındaki kırmızı çizgiler, olmazsa olmazlar… İsmet Paşa müzakerelerini bu direktif çerçevesinde yürüttü. Ama son dakikada hükümet Yunanistan’dan savaş tazminatı istemeye karar verdi. Oysa o sırada İtilaf Devletleri ile savaş tazminatı konusu çözüme kavuşmuştu, Türkiye’ye savaş tazminatı verilmeyecekti. İsmet Paşa konuyu Yunanistan Başbakanı Venizelos ile ayrıca müzakere etti. Yunan tarafı verecek parası olmadığını söylüyordu, İtilaf Devletleri onları borç verirse ancak tazminat ödeyebilirlerdi. İtilaf Devletleri böylece bu müzakere dahil oldu, sonunda Meriç nehri üzerindeki Karaağaç kasabası ve tren istasyonunun bu tazminata karşılık Türkiye’ye verilmesi teklif edildi. Ama Rauf Orbay tazminatta direniyordu. Atatürk müdahale etmese az kalsın Lozan masasından bir kez daha kalkılacaktı.

Lozan’ın başaramadıkları

Misak-ı Milli, biliyorsunuz Osmanlı’nın son Meclisi Mebusan’ında bu Meclis işgal güçlerince dağıtılmazdan önce çıkmış bir karar. Modern Türkiye’nin sınırlarını çiziyor.

Lozan’da bu sınır konusunda başarılamayan iki şey oldu. Biri Hatay’ın durumu; diğeri Musul-Kerkük. Her iki konu da ileride çözülmek üzere Lozan dışında bırakıldı. Türkiye, Hatay’ı almayı başardı ama Musul-Kerkük’ü alamadı. Peki Batı Trakya da alınabilir miydi? Sorular, sorular…

Lozan’ı beğenmeyen ve eleştirenler hep bu toprak meselesini birinci argüman olarak söylerler. Buna karşılık Atatürk ve İsmet Paşa, Lozan’ın bütün detaylarından memnun olmasalar bile hep gerçekçi bir çizgidedir: En önemlisi, 1914’ten beri, yani 9 yıldır savaşta olan ülke nihayet onurlu bir barış yapmaktadır.

Uzun savaş, zaten fakir olan ülkenin bütün kaynaklarını emmiş bitirmiştir; Anadolu ancak uzun sürecek bir barış döneminde küllerinden yeniden ayağa kalkabilir.

Bugünden bakmak kolay, bir de o günden bakın

Bugünden bakınca belki İngilizlerin Musul için savaşmayacağını veya bir kolorduyla Batı Trakya’nın ele geçirilebileceği söylenebilir ama o günün şartlarından bakınca, Türkiye’nin de barışa en az İtilaf Devletleri kadar ihtiyacı olduğunu düşünüyordu Mustafa Kemal ve İsmet Paşa.

Bugünden başlayıp Cumhuriyet’imizin 100. yılını kutlayacağımız 29 Ekim 2023’e kadar devam etmek üzere 10Haber’de yeni bir sayfa açtık: Cumhuriyet’e 100 Gün.

İki tarafın görüşleri yan yana

Amacımız, 100 yıllık tartışmalarımızı, o tartışmaların bizzat tarafı olan kişilerin, Atatürk’ün, İsmet Paşa’nın, Rauf Orbay’ın, Ali Fuat Cebesoy’un, Kazım Karabekir’in ve dönemin medyasının ağzından aktarmak. Bugüne kadar meraklısı dışında büyük çoğunluk hep tek bir tarafın ağzından dinledi, öğrendi. İki tarafın görüşlerini ve tutumlarını kıyaslamak için geniş bir kaynak taraması yapmak ve farklı zamanlarda yazılan anıları, sözleri bir araya getirmek, belli bir düzen içinde aktarmak gerekiyordu.

100 Gün tamamlandığında, umuyoruz ki elinizde Cumhuriyet’in ilanın hangi şartlarda ve nasıl yapıldığına dair kapsamlı bir kaynak oluşmuş olacak.

İlk günü buradan okuyabilirsiniz. İyi okumalar.

Atatürk’ün kendi sözleriyle muhalefet

Atatürk’ün kendi sözleriyle muhalefet

Mustafa Kemal Atatürk, neredeyse her siyasetçi ve devlet adamı gibi, uzun vadeli hedefleri olsa bile, yaşadığı günün konjoktüründe davranan, konuşan bir önemli isim. Bu ülkenin kurucusu.

Elbette onun daha sonra ciltler boyunca derlenen Söylev ve Demeçleri Atatürk’ü anlamak için çok önemli birer kaynak ama herhalde bütün bu kaynaklar içinde bir tanesi, onun 1927’de CHP Kongresinde okuduğu Nutuk çok ayrı bir yer tutuyor. Çünkü Nutuk bir anlamda Atatürk’ün kendi kaleminden çıkan siyasi ve askeri otobiyografisi.

Atatürk, Nutuk’un daha ilk sayfalarında (bendeki nüshada 38-39. sayfalarda) bazı yakın arkadaşlarıyla zaman içinde neden ve nasıl ayrı düştüğünü anlatıyor. Bence Atatürk’ün stratejiye dayalı akıl yürütme ve yönetme biçimini anlamak için çok güzel bir örnek bu cümleler. Aynen aktarıyorum:

Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silâhla karşı koymak ve onlarla çarpışmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gerek ve zorunluluklarını daha ilk gününde açığa vurup ifade etmek, elbette uygun olamazdı. Uygulamayı birtakım safhalara ayırmak, olaylardan ve olayların akışından yararlanarak ve basamak basamak ilerleyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. (….) Başarı için pratik ve güvenilir yol, her safhayı zamanı geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişmesini ve yükselmesini sağlayacak tek yol buydu. Ben de bu yolda yürüdüm. Ancak, bu pratik ve güvenilir başarı yolu, yakın çalışma arkadaşlarım olarak tanınmış kimselerden bazıları ile aramızda zaman zaman görüşler, davranışlar veya yapılan çalışmalardaki uygulamalar bakımından temel veya ikinci derecede bir takım anlaşmazlıkların, kırgınlıkların ve hattâ ayrılmaların da sebebi ve açıklayıcısı olmuştur. Millî Mücadele’ye beraber başlayan arkadaşlardan bazıları, millî hayatın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet kanunlarına kadar uzanan gelişmelerinde, kendi fikir ve ruh yeteneklerinin kavrayış sınırı bittikçe bana karşı direnişe ve muhalefete geçmişlerdir.

Kazım Karabekir’in Atatürk’ün huzurunda Abdülhamid’in ruhunu çağırıyor

Kazım Karabekir’in Atatürk’ün huzurunda Abdülhamid’in ruhunu çağırıyor

Kurtuluş Savaşı ve izleyen, Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen süreci öğrenmek için dönemin aktörlerinin hatıralarına dalınca, yer yer son derece renkli bir hikayelere de rast geldim.

Bunlardan birini Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından biri olan ama sonradan yolunun ayrıldığı Ali Fuat Cebesoy’un ‘Siyasi Hatıralar’ adlı kitabında gördüm.

İzmir’de bir harp oyunu ve tatbikata gidilmiştir. Akşamı Göztepe’te, Latife Hanımın babası tarafından Atatürk’e hediye edilen evde toplanılır. Atatürk önce kendisine gelen bir suikast ihbarıyla ilgili olarak Cebesoy ile bir süre sohbet eder, ardından salona geçilir.

Salonda Kazım Karabekir ile Fevzi (Çakmak) ve Cevat Paşaların ruh çağırma ve ruhlar hakkında konuştuklarını görürler. Kazım Karabekir ruh çağırmaya inanmaktadır ve bunu göstermek de ister. Çivisiz bir masa bulunur, etrafına dört kişi oturur. Atatürk uzaktan müstehzi bir ifadeyle olup biteni izlemektedir.

Masa kıpırdamaya başlar.Kazım Karabekir, Abdülhamid’in ruhunu çağırır ve ‘Ne soralım’ der. Cevat Paşa, ‘Şimdi ne yaptığını sorunuz’ deyince, ruh ‘Çok azap çekiyorum’ cevabını verir. Peki neden azap çekiyor Abdülhamid’in ruhu? ‘Dünyada çok fenalık yapmışım, ondan…’

Abdülhamid konusu, biliyorsunuz Türkiye’de aynen Lozan gibi muhafazakar kesimlerle modernleşmeci kesimleri ikiye ayıran çizgilerden biri. Kazım Karabekir, Atatürk’le ayrı düşmesi sebebiyle zaman içinde muhafazakar kesimlerin bayraklarından biri haline gelmiş, hatıralarının yayınlanması uzun süre yasak kalmış bir isim. Öldüğünde cenazesi yüzbinler tarafından kaldırılmıştı ama o Karabekir, 20’li yıllarda ruh çağırma seansları düzenleyip Atatürk’ün huzurunda Abdülhamid’e ‘Çok azap çekiyorum, çünkü bu dünyada çok kötülük yaptım’ dedirtmişti.

1922’de Atatürk’e karşı iki darbe girişimi

1922’de Atatürk’e karşı iki darbe girişimi

Türkiye’de hepimizin çocukluğumuzdan itibaren maruz kaldığımız Atatürkçü endoktrinasyon, herhalde Atatürk’ü sevdirmek için yapılan bir şey ama çoğu zaman bu maksadı aşan biçimde uygulandı, uygulanıyor.

Bu endoktrinasyon, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nda büyük emeği olan, hatta aslında o savaşı yapan 1. Meclis’i bir süse çeviriyor. Oysa durum öyle değil. Kurtuluş Savaşı’nın başlıca ulusal ve uluslararası meşruiyet kaynağı, bu savaşın halka dayanması, halkın meşru temsilcilerinden oluşan Meclis tarafından yürütülmesi.

Ancak bu Meclis Mustafa Kemal ve arkadaşları için hiç de öyle dikensiz gül bahçesi değildi. Çok renkli ve çok sesli bir Meclis’ti, içinde Müdafa-i Hukukçular olduğu gibi sosyalistler, İttihatçılar ve muhafazakarlar da vardı.

En büyük grup Müdafa-i Hukuk Grubuydu ve ‘birinci grup’ olarak anılıyordu; onun muhalefeti de ‘2. Grup’ adını aldı.

İşte bu ikinci grup Atatürk’e epey sert muhalefet de yapıyordu. Örneğin Atatürk’e Başkomutanlık yetkisi dahil olağanüstü yetkiler veren kanuna bu grup sert bir direniş sergilemişti. 1922 yılının Temmuz ayında, hemen Büyük Taarruzun öncesinde bu kanunun süresi uzatıldı. Ama o arada kaşla göz arasında 8 Temmuz 1922’de bir önemli yasa değişikliğiyle aynı zamanda Meclis Başkanı da olan Atatürk’ün siyasi yetkileri kısıldı, Başbakan’ın ve bakanların Meclis tarafından tek tek seçilip onaylanması uygulamasına geçildi. Bu uygulama 1 yıl sonra Cumhuriyet’in ilanına giden yolda en önemli konuya dönüşecek.

Bu birinci darbe yetmedi. Aynı yıl bir de seçim kanunu teklifi yapıldı ve aynı seçim çevresinde 5 yıldır yaşamayanların hem vatandaşlığı hem de seçilmesi engellenmek istendi. Atatürk, Selanik’te doğmuştu, artık orası vatan toprağı değildi. Görevi gereği de 5 yıl aynı yerde oturmamıştı. Yasa teklifinin doğrudan hedefi oydu, onun seçilmesini engellemekti. Bu kanun geçmedi.