Kayseri’de havada uçuşan keplerin bize söylediği…
Seçim sonuçlarını üzerinde sadece 2 renk olarak aktaran haritaya bakınca kendi modern hayat tarzını sadece Akdeniz ve Marmara kıyı şeridine sıkışmış sanan, Ak Parti veya Tayyip Erdoğan rengine boyanmış Anadolu’yu, hele hele Ankara’nın doğusunda kalan bütün Türkiye’yi bir çeşit ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak gören, o yüzden de seçimde çıkan yüzde 48 oyu da, yüzde 52 oyu da hiç anlamayanlara bir önerim var: Kayseri’ye gidin.
Ben dün Kayseri’deydim. İki hafta kadar önce 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül beni Kayseri’de kendi adını taşıyan devlet üniversitesinin mezuniyet törenine davet etmişti. İki hafta önce Kayseri’ye gitmek için uçak bileti bulmaya çalışırken ilk şokumu yaşadım: 26 Temmuz günü İstanbul-Kayseri uçağında yer yoktu. Zor bela business class’da bir yer bulabildim kendime, son koltuktu aldığım. Aynı gece dönmek istiyordum, gece 22.20’de kalkacak uçakta da yer yoktu, onda da zor bela bir yer buldum.
İlk şoku dün sabah uçağa bindiğimde yaşadım. Bodrum uçağı yolcusu gibiydi içeridekiler. Şortları, parmak arası terlikleri, açık bluzlarıyla kadınlar, erkekler. ‘Herhalde’ diye düşündüm, ‘Çoğu turist.’ Evet, uçakta çok sayıda yabancı yolcu vardı ama benim gördüğüm o gayet şık yazlık giysiler içindekilerin çoğu Türk’tü, Kayseriliydi.
1994’te Şükrü Karatepe’nin Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğinden beri bu şehir önce Refah, ardından Fazilet, son 23 yıldır da Ak Parti’nin önemli oy depolarından biri.
Kayseri’de Kayseri evini ara ki bulasın
Ben 90’ların başından beri Kayseri’ye çok fazla gidip gelenlerdenim. Şehirle ilgili çok sayıda şikayetim var; bunların başında koca şehirde sadece otellerde içki içilebilmesi, şehrin dağa doğru değil ovaya doğru genişlemesi, bir arazi sıkıntısın olmadığı halde yüksek katlı ve çirkin yapılaşmaya gidilmesi geliyor.
Koca şehirde ‘Geleneksel Kayseri evi’ diye bir tane ev bulamazsınız, neyse ki taş kesme eski devlet binaları henüz yerinde duruyor, bu tarihi binlerce yıllık şehrin dün kurulmadığını, mazide köklerinin olduğunu gösteriyor. (Kayseri, biliyorsunuz ‘Kayser’in, yani ‘Sezar’ın Şehri anlamına geliyor; Sezar, Roma İmparatoru Sezar.)
Şikayetlerimi yazdım, bari sevdiklerimi de yazayım:
Kayseri yağlaması yemeden ölmeyin
Kayseri’yi çok sevme nedenlerimin başında Kayserililer geliyor; iddia ediyorum, Türkiye’nin belki en dost canlısı ve sıcak kanlı insanları Kayseri’de yaşıyor ve Kayseri’den çıkıyor olabilir.
Sonra tabii bir de Kayseri mutfağı var. Çoğu insan için Kayseri sucuk-pastırma-mantı diyarıdır; mantının hepimizin gönlünde özel bir yeri var elbette ama Kayseri benim için ‘Kayseri yağlaması’dır en önce. Eğer bu muhteşem lezzetin henüz tadına bakmadıysanız, yemeden ölmeyin.
Şunu da söyleyeyim: Et konusunda Türkiye’de çok sayıda iddialı il ve ilçe var ama ben Kayseri’de yediğim kadar lezzetli et az yedim, et pişirmeyi Kayserililer kadar iyi beceren olmadığına da artık tamamen kanaat getirdim.
AGÜ, henüz emekleme çağında ama dev adımlarla yürüyor
Neyse, ben günüme geri döneyim. Uçaktan indikten sonra Abdullah Gül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cengiz Yılmaz’la birlikte kampüse gittim. Kampüs izlenimlerimi ayrıca yazacağım, Prof. Yılmaz yolda bana AGÜ’nün vizyonunu ve neden çok öğrencili dev bir üniversiteye dönüşmeyeceğini anlattı.
Bu yıl henüz altıncı kez mezun veren, bebeklik veya emekleme çağında bir üniversite AGÜ ama şimdiden uluslararası sıralamalarda ön sıralarda kendini gösteriyor; çalışan akademisyen başına araştırma sıralamalarında en önde, öğrenci memnuniyeti çok yüksek.
Ben zamanında, daha kuruluş aşamalarında Anadolu Üniversitesi’nde 8 yıl kadar ders verdim, İstanbul ve Ankara dışında her yerin ‘taşra’ kabul edildiği ülkemizde bu şehirlere üstün nitelikli akademisyen çekmenin de, üstün nitelikli öğrenci çekmenin de ne kadar zor olduğuna bire bir tanıklık ettim. Bundan 30 yıl önce Anadolu Üniversitesi’nin yaşadıklarını bugün AGÜ yaşıyor, ama neyse ki daha hızlı yaşıyor.
Kampüs, tabii yaz olduğu için tenhaydı ama yine de gördüğüm öğrenci çeşitliliği, cıvıl cıvıllığı ve öğrencilerin dış görünüşleri bana hiç de taşrada olmadığımı bir kez daha hatırlattı.
İki hafta önce Abdullah Gül davet ederken, ‘Oğlum Harvard’dan mezun olurken mezuniyet töreni çok hoşuma gitmişti, bakın Anadolu’nun ortasında da benzer bir tören yapacağız, gelir misiniz?’ diye sormuştu.
AGÜ’nün şık şıkıdım genç kadınları
Benim için günün iki en güzel anından birincisi, eski mezunlarla yapılan toplantıda onları dinlemek oldu. AGÜ ilk 5 yılında sadece 532 mezun vermiş, ama bu yıl bu sayının neredeyse yarısı kadar daha mezun verdi. Eski mezunlar okullarını öve öve bitiremedi. Zaten istatistiğe göre yüzde 97’si halen istihdam ediliyordu; bunların yüzde 37’si daha okul bitmeden bir işe alınmıştı. Hepsi, okuldaki İngilizce eğitimin en başta ağır geldiğini ama edindikleri en büyük kazanımların başında İngilizce’nin geldiğini söylediler.
Ve elbette günün doruğu mezuniyet töreni ve kep atma anıydı. AGÜ’nün akademik kadrosunda kadın oranı az ama mezuniyet töreninde 7 kişi de doktoralarını ve diplomalarını aldı, onların 5’i kadındı. Demek kadın akademisyenler geliyor. Öğrencilerin belki yarıdan fazlası genç kadınlardı; onların içindeki çeşitlilik ve hepsinin gözünden okunan sevinç sahiden görülmeye değerdi. Okul ve bölüm birincilerinin de yarıdan fazlası kadındı. Genç kadınlar, mezuniyet gününe belli ki özel önem vermişler, saçlarını yaptırmış, ayaklarına gayet şık topuklu ayakkabılar giymişti. Ben o yaşta dış görünüşüme hiç özen göstermeyen biriydim, o yüzden özen gösterenleri biraz gıptayla izliyorum bugün.
Kep atma anı çok sevinçli, gerçekten mutluluğun bulaşıcı olduğu bir andı, etkilenmemek elde değildi.
‘Ankara’nın Doğusunda’ ve ‘Anadolu’nun bağrında’ evrensel olanın, sadece kendisi ve ülkesi için değil dünya için de iyi olanın peşinde koşmanın sözünü veren gençler gördüm Kayseri’de.
Bugün, gelecek konusunda biraz daha iyimser olabilirim.