İşçinin yemeğinden fare çıktı, savcılık harekete geçti: Fabrikaya ‘yaralama’ soruşturması
'10'ca bilim arasında'da bu hafta Ay'da koloni kuruyor, hayvanlar alemine göz kırpıyor, İmparator Nero'nun kayıp tiyatrosuna ulaşıyor ve sınıf farkının hem beyni hem de üniversitelerdeki konumu nasıl etkilediğini görüyoruz. Yolculuğa hazır mısınız?
Kimilerimiz için çok hızlı geçen, kimilerimiz için ise bitmek bilmeyen bir haftayı daha geride bırakıyoruz. Bu hafta bilim köşemizi Ay kolonisinde yıldızların içine bakarak açıyoruz. Ardından 50 yıldır kandırılmamızın hikayesini okuyor, arıların uyuyamamasının büyük sorunlara yol açabileceğini görüyoruz. Laboratuvara geçerek farelerle bir deney yapıyor, okyanuslara inerek, deniz biyologlarını şaşırtan bir köpek balığı türüyle tanışıyoruz. İmparator Nero’nun kayıp tiyatrosunu buluyor, mikrodalgaya plastik koymanın ne kadar dehşet verici bir eylem olduğunu anlıyoruz. ABD’li milyarder Elon Musk’ın endişelerine kulak veriyor ve ABD’deki prestijli üniversitelerin öğrenci ayırmasına dikkat çekiyoruz. Bu haftayı minik bir kitap önerisiyle bitiriyoruz.
NASA 1960 ve 70’li yıllarda Apollo görevleri sırasında olduğu gibi Ay’a gidip dönmek yerine, yüzeyinde buz şeklinde su bulunan Ay’ın Güney Kutbu’nda sürdürülebilir bir yaşam ortamı inşa etmeyi amaçlıyor. Bunun için de salı günü önemli adımlar atarak, Ay yüzeyine iniş pistleri, yollar ve yaşam alanları inşa etmek, enerji için nükleer güçten faydalanmak ve yüksek voltajlı bir elektrik hattı döşemek için çeşitli sözleşmeler imzaladı.
Peki bu sözleşmeler nasıl dağıtıldı? Pastadaki en büyük yapı 34,7 milyon dolar ile Jeff Bezos’un Blue Origin şirketi aldı. Blue Origin 2021’den bu yana Ay’ın kaya ve toprağından güneş pilleri ve iletim kablosu inşa etmeyi amaçladığı Blue Alchemist adlı bir proje üzerinde çalışıyor. Blue Origin ile ortaklık yapan ve Ay’da güç sağlamak için nükleer enerji kullanmayı amaçlayan Zeno Power ile 15 milyon dolar, bu yıl Ay’a bir iniş aracı göndermeyi amaçlayan Astrobotic ile 34,6 milyon dolar, Ay’da yollar ve iniş pistleri inşa edilmesine yardımcı olacak Redwire ile 12,9 milyon dolarlık anlaşma yapıldı.
Yıldızlar, içindeki beyaz sıcak çekirdekten gelen aşırı basınç ile yerçekimi arasında mucizevi bir denge oluşturur. Bu dengenin neticesinde ortaya termonükleer füzyon reaksiyonu çıkar ve bu sayede enerji ışık ve ısı olarak dışarı yayılır. Bugün gökyüzüne baktığımızda yıldızların parlayışını görmemize de buna borçluyuz. Nature Astronomy dergisinde yayımlanan yeni bir çalışmada bir grup bilim insanı bu devasa kozmik cisimlerin içindeki ısı ve enerji akışı ile bir yıldızın nasıl titreşip parladığını modelleyen bir bilgisayar simülasyonu geliştirdi. Bunu yapmak için yıldızların fotometrik değişkenliğini tahmin etmek için daha önce toplanan verileri kullandılar.
Bu karmaşık sürecin modellenmesi, gökbilimcilerin yıldızların nasıl evrim geçirdiğini ve yaşam döngülerinin sonunda nasıl çöktüğünü daha iyi anlamalarına yardımcı olabilir ve böylece galaksilerin nasıl oluştuğuna ve hatta belki de evrenimizin ilk etapta nasıl var olduğuna dair gizemin eksik parçalarını tamamlayabilir. Sydney Üniversitesi’nden May Gade Pedersen de Scientific America’ya verdiği demeçte, “Astronomide büyüleyici bulduğum şey sadece yıldızların ışığını inceleyerek ne kadar çok şey öğrenebileceğimiz. Sonuçta elimizde olan tek şey de bu” dedi. Siz de yukarıdaki videodan bu modele bir göz atabilirsiniz.
Bu yılın başlarında yapılan bir araştırma, gaz sobalarının her sekiz çocukta astıma yol açtığını ve başka sağlık sorunlarına da katkıda bulunduğunu ortaya koydu. Şimdiyse DeSmog adlı bir güvenilirlik sitesinin yeni raporu hem gaz endüstrisinin hem de hükümetin bu riskleri 50 yıl öncesine kadar bildiğini belirtiyor. Çevre dergisi Grist’in haberine göre gaz endüstrisi onlarca yıl boyunca bu sağlık tehlikelerini örtbas etmiş.
1972 yılına gidelim. Dönemin Amerikan Gaz Birliği, doğalgaz ile ilgili bir raporda iç mekan hava kalitesine dair endişelerini dile getirmiş. Grup, gaz sobaları gibi cihazların evlere zehirli karbonmonoksit ve nitrojen oksit sızdırdığını gösteren kanıtlar sunmuş. Ancak bu rapor, Ulusal Endüstriyel Kirlilik Kontrol Konseyi’ne gönderildikten sonra çoğunluğu sektördeki şirket yöneticilerinden oluşan ve bilgiler kamuya açıklanırsa para kaybetmesi muhtemel olan ‘hükümet danışma konseyi’ tarafından incelenmiş ve ev içi hava kirliliğiyle ilgili endişeler rapordan çıkarılmış.
Bu sıcak yaz günlerinde muhtemelen geceleri uyumakta epey zorlanıyorsunuz. Bu da verimliliğinizi etkiliyor, daha dikkatsiz hareket etmenize yol açıyor olabilir. Bal arıları da bizden çok farksız sayılmaz. Kaliforniya Üniversitesi’nden James Nieh, “Tıpkı insanlar gibi bal arılarının da uykuya ihtiyacı vardır” diyor. Bal arıları yapay ışığa maruz kaldıklarında daha az uyuyorlar, bu da iletişim kurma becerilerini etkileyebiliyor. Örneğin uyumayan bal arıları, diğer arılara nektar bakımından zengin çiçekleri nerede bulacaklarını anlatan sallanma hareketini daha savsak bir şekilde yapıyor. NewScientist’e konuşan Nieh, bu durumun insanların besin kaynaklarını da etkileyebileceğini belirtiyor. Zira bu uyku eksikliği, bal arılarının bitkileri tozlaştırma yeteneğini etkileyebilir. Nieh bu konuda, “İnsanların yediği beş lokmadan biri böcek tozlaşmasından geliyor. Bunun tamamı bal arılarından kaynaklanmasa da kuşkusuz ekonomiye büyük katkıları oluyor” diyor.
‘Fare gibi bir hayvan için oyun ne kadar önemli olabilir ki?’ diye sorarsanız nefes almak kadar önemli olduğunu söyleyebiliriz. Almanya’daki araştırmacılar, farklı ortamlarda yetiştirilen farelerin beyin aktivitelerini karşılaştırdı ve ‘zenginleştirilmiş’ bir ortamda yetiştirilen farelerin hipokampüslerinde daha fazla aktivite olduğunu, bunun da daha sağlam ve bağlantısı iyi sinir ağının varlığına işaret ettiğini tespit ettiler.
Biosensors and Bioelectronics dergisinde yayımlanan çalışmaya göre bilim insanları deneyleri altı haftalıkken başlayan 12 haftalık iki grup farenin beyin dokusunu karşılaştırdı. Gruplardan biri hiçbir eğlenceli aktiviteye sahip olmayan, sadece yiyecek, su ve yuva malzemeleri bulunan standart kafeslerde yaşıyordu. Diğer grup ise içinde oyuncaklar, tüneller, labirent şeklinde plastik tüpler, ekstra yuva malzemeleri ve küçük evler bulunan daha büyük kafeslerde tutuldu.
Araştırmacılar 4096 elektrotlu metal-oksit-yarı iletken (CMOS) tabanlı bir nöroçip kullanarak bu hayvanların beyin dokularını inceledi. Sonuç olarak hangi parametreye bakılırsa bakılsın daha zengin bir ortamda yaşayan farelerin nöral ağlardaki bağı daha yüksek çıktı.
Deneyimlerimizin beynimizdeki norönlar arasındaki bağlantıyı artırdığı bir süredir bilinen bir durum olsa da bu çalışma bunun ne kadar önemli olabileceğini gösterdi. Kempermann, “Bu alanda şimdiye kadar bildiklerimiz ya tek elektrotlarla yapılan çalışmalardan ya da manyetik rezonans görüntüleme gibi tekniklerden elde edilmişti. Burada faaliyet halindeki devreyi tek bir hücre ölçeğine kadar tam anlamıyla görebiliyoruz” dedi. Ekip, deneyimlerin beynin çalışma şeklini nasıl değiştirdiğini anlayıp haritalamanın beyin işlev bozukluklarına neden olan mekanizmaları bulmaya ve gelecekte daha etkili tedaviler için yeni hedefler belirlemeye yardımcı olabileceğini düşünüyor.
Bugün okyanuslarda yaşayan balık türlerinin yaklaşık yüzde 99,9’unun soğukkanlı olduğu düşünülüyor. Uzmanlar, büyük beyaz köpekbalığı ya da mavi yüzgeçli orkinos gibi balık türlerinin içinde yüzdükleri sular kadar soğuk olmadıklarını ancak 50 yıl kadar önce fark etti. Bu balıkların bazı kısımları bulundukları okyanustan daha sıcak olduğundan soğukkanlı oldukları söylenemez. Bunun yerine kısmen sıcakkanlı olarak kabul edilirler. Böyle kabul edilen balıkların neredeyse tamamı süper avcı olduğundan bilim insanları, bu canlıların kendilerine özgü dolaşım sistemlerinin bir zamanlar bir şekilde okyanustaki besin zincirinde tepedeki konumlarını güvence altına aldığını varsayıyordu. Ancak yeni bir keşif bu varsayımı sorgulatacak cinsten.
Endangered Species Research dergisinde yayımlanan çalışmaya göre bilim insanları, büyük camgözlerin (Cetorhinus maximus) yüzerken yüksek vücut sıcaklıkları gösterdiğini keşfetti. Trinity College’da deniz biyoloğu olan Nicholas Payne bu durumun ‘ineklerin kanatları olduğunu keşfetmek’ kadar sıra dışı olduğunu söylüyor. Yavaş hareket eden büyük camgözler üzerinde yapılan çalışmalar, kısmi sıcakkanlılığın sadece süper avcılarda görülmediğini, büyük ve pasif beslenen türlerde de ortaya çıkabildiğini gösteriyor.
Araştırmacılar iki ölü büyük camgözün kalplerinin etrafında alışılmadık miktarda kompakt kas olduğunu fark etti. Daha kompakt kas yapısına sahip olmak, yüksek kan basıncını ve kan akışını koruyabilmek, daha sıcak kaslara sahip olmak ve muhtemelen daha soğuk sularda daha rahat bir şekilde göç edip beslenebilmek anlamına geliyor. Zoolog Haley Dolton, “Büyük camgözler köpekbalığı türleri hakkında ne kadar az şey bildiğimizin net bir örneği” diyor.
Arkeologlar, daha önce varlığından ancak antik metinler sayesinde haberdar olduğumuz Nero Tiyatrosu’nu sonunda buldu. Antik Roma metinlerinde adından sıkça bahsedilse de hiçbir zaman bulunamayan bu imparatorluk tiyatrosunun kalıntıları, Vatikan’dan birkaç adım ötede, Four Seasons adındaki bir otelin bahçesinin altından çıktı.
Kalıntılar, Roma’daki arkeologların fresklerle süslü Rönesans binasındaki yenileme çalışmalarının bir parçası olarak 2020 yılından beri Palazzo della Rovere’nin duvarlarla çevrili bahçesini kazması sayesinde bulundu. Yetkililer bulguların ‘istisnai’ olduğunu çünkü bunların Roma tarihinin imparatorluktan 15’inci yüzyıla kadar olan dönemine az rastlanacak bir perspektif sağladığını söylüyor. Keşfedilenler arasında 10’uncu yüzyıla ait renkli cam kadehler ve çanak çömlek parçaları bulunuyor. Bunlar, Roma’nın bu dönemi hakkında çok az şey bilmemiz nedeniyle emin olun çok sıra dışı bulgular.
Tiyatronun bundan sonraki akıbetinin ne olacağı konusunda yetkililer, taşınabilir eserlerin bir müzeye götürüleceğini, tiyatro yapısının kalıntılarının ise tüm çalışmalar tamamlandıktan sonra yeniden kapatılacağını söyledi.
Yeni bir araştırma, plastik gıda kaplarının mikrodalgada ısıtılması sonucunda ortaya zehirli mikroplastikler çıktığını gösterdi. Araştırmacı Kazi Albab Hüseyin, Lincoln Üniversitesi’nde yapılan bu çalışma hakkında Wired’a verdiği demeçte, yeni bir baba olmanın, bebeğinin yiyeceklerinin geldiği kaplarda neler olup bittiğini anlaması konusunda kendisine ilham verdiğini söyledi: “O zamanlar bebek maması alıp duruyordum ve bebek mamalarında bile çok fazla plastik kullanıldığını görüyordum.”
Kapları çeşitli koşullar altında inceleyen Hüseyin kendisini şoka uğratan sonuçlarla karşılaştı. Environmental Science & Technology dergisinde yayımlanan çalışmaya göre, plastik kaplar mikrodalgada ısıtıldığında mikroplastik ve nanoplastik olarak bilinen bileşenleri ve sızıntı suyu denilen zehirli kimyasalları açığa çıkmış. İşin daha kötü tarafı laboratuvar koşulları altında üretilmiş böbrek hücrelerinin yüzde 75’i mikrodalgada pişirilmiş bebek maması kaplarındaki partiküllere 48 saat maruz kaldıktan sonra ölmüş.
Ayrıca mikrodalga işleminden sonra nanoplastiklerin ortaya çıkması da bizim için hiç iyi bir haber sayılmaz. Zira böbreklerimiz küçük parçacıkları filtreleyebilse de nanoplastikleri filtrelemekte zorlanıyor. Bu da bu nanoplastiklerin hücre zarlarından geçerek girmemeleri gereken yerlere girebilecekleri anlamına geliyor. Çalışmanın yazarları çözüm olarak plastikleri farklı polimerlerden yapmayı öneriyor ancak bunu yapmak için şirketlerin diğer bileşikleri araştırması ve geliştirmesi için harcama yapması gerekiyor. Sektörün diğer çevre ve sağlık sorunlarına karşı nasıl davrandığı ortadayken böyle bir işe girişirler mi muallakta.
Benzinli araçları elektrikli araçlarla değiştirme yarışını başlatan ABD’li milyarder Elon Musk, ileride yeterli enerjiye sahip olup olamayacağımızdan endişeli. Son günlerde bu endişelerini tekrar dile getiren Musk, ABD’nin kısmen akülü araçlardan kaynaklanan elektrik tüketiminin 2045 yılına kadar üç katına çıkacağını öngörüyor. Ayrıca Musk’a göre yapay zekanın elektriğe aç gelişimini de tehlikeye sokacak bir şekilde iki yıl içinde enerji sıkıntısı baş gösterebilir. Salı günü PG&E tarafından düzenlenen bir konferansta enerji yöneticileriyle konuşan Musk, “Projelerin zaman ölçeğini gerçekten daha erkene almanız ve bunun acil durum olduğu duygusuna sahip olmanız gerekiyor. Benim en büyük endişem işlerin aciliyet duygusuyla yapılmıyor olması” dedi.
Musk son bir yılda üçüncü kez büyük enerji konferansına katılıyor. Tamamen elektrik bazlı ekonomi savunarak elektrikli araç ve yapay zekanın geleceğine dikkat çekmeye çalışan Musk, geçen ay Austin’deki bir enerji konferansında da, “Yeterince vurgulamıyorum, daha fazla elektriğe ihtiyacımız var. Düşündüğünüzden çok daha fazla elektriğe ihtiyacımız var” diye belirtmişti.
Dünyanın zengin olmayan insanlar için adaletsiz olduğuna dair daha fazla kanıta ihtiyacınız varsa bu yazı tam da istediğinizi size sunacak türden. Harvard Üniversitesi’ndeki ekonomistlerden oluşan Opportunity Insights adındaki bir ekip, seçkin üniversitelerin orta ve alt gelir grubundan gelen öğrencilere karşı ayrımcılık yaptığını, akademik seviyeleri aynı olsa bile toplumun üst tabakasından başvuru yapanların daha çok tercih edildiğini ortaya çıkardı.
Sekiz Ivy League okuluna odaklanan araştırmacılar, 1999-2015 yılları arasında üniversiteye devam kayıtları ve gelir vergisi numaralarından elde edilen verileri, 2001-2015 yılları arasındaki sınav puanı verileriyle karşılaştırdı. Veriler şöyle: İki öğrenci aynı sınav puanlarına sahip olsa bile, zengin tabakadan gelen adayın elit bir üniversiteye kabul edilme olasılığı, diğer öğrenciye göre yüzde 34 daha fazla. Orta sınıftan gelen öğrencilerin elit üniversitelere kabul oranı ortalamanın altında kalırken, düşük gelir grubundaki öğrencilerin onlara kıyasla bir nebze daha yüksek kabul aldığı görüldü.
Bu veriler önemli zira ABD’yi Ivy League mezunlarının yönettiğini söylemek çok da yanlış olmaz. Bu mezunlar siyasette ve şirketlerde liderlik pozisyonu kapan kişiler oluyor. Ülkenin zengin kesiminin ezici bir çoğunluğunu beyazlar oluşturuyor ve nüfusun büyük bir kesimini oluşturan orta ve alt sınıf vatandaşları temsilen önemli kararlar alıyor. Bu da oldukça heterojen bir yapısı olan ABD’nin liderlik koltuklarının homojen kaldığını gösteriyor.
Teknoloji yazarı Meghan O’Gieblyn, bir gün evine şu gerçekçi robot köpeklerden alıyor. Başta eşi, bu robotun (Aibo) gerçek köpeklerin yerini alamayacağını söylüyor ve hatta bu teknolojilere yüz vermenin ‘insan ırkının sonunu getireceğini’ belirterek, Meghan’a epey sinirleniyor. Ancak aradan vakit geçtikçe hem Meghan hem de eşi Aibo’nun, tıpkı gerçek robotlar gibi davrandığını fark ediyor. Böylelikle Altın Kitaplar’dan çıkan ‘Tanrı, İnsan, Hayvan, Makine’ kitabında insanlar, hayvanlar ve makineler arasındaki benzerliğe, insanlığın diğer canlılar üzerine kurduğu üstünlüğün ne kadar daha süreceğine, yapay zekanın gelişiminin ne boyutlara ulaşabileceğine ve Tanrı kavramına kafa yoruyoruz, bir bakıma anlam arayışına girişiyoruz. Bilim ve felsefe üzerine yazmak ve bunu anlaşılır bir şekilde yapmak bir hayli zor iş. Ancak Meghan köpek örneğinde de olduğu gibi değindiği her konuda kendi kişisel deneyimlerine de yer verdiği için kitaptan kopmak pek mümkün olmuyor. Kitaptan hoşuma giden birkaç alıntı:
Fiziksel bedenlerimizin yanı sıra bir yerlerde maddi olmayan ve tamamen bilgisel ikinci bir benliğimiz var; tıklama, satın alma ve beğenilerimizin aşkın bir nirvanada değil, üçüncü taraf toplayıcılarının karanlık dosyalarında asılı kalan veri dizisi. Bu ikinci benlikler faillikten ve bilinçten tamamen uzak; hiçbir tercih, arzu, umut ya da manevi dürtüleri yok. Buna rağmen büyük verinin tamamen bilgisel dünyasında en değerli ve gerçek olan biz değiliz, onlar.
Yapay zekaya en zor gelenler bizim farkında bile olmadan gerçekleştirdiğimiz duyusal algı görevleri ve motor beceriler; yürümek, bardaktan bir şey içmek, dünyayı duyularımız aracılığıyla görmek ve hissetmek. Günümüzde yapay zeka yüksek biliş ölçütlerinde bize fark atmaya devam ederken biz de huzursuzluğumuzu asıl bilincin ayırt edici özelliklerinin duygular, sezgi, deneyimleme ve hissetme becerisi olduğunda direterek bastırıyoruz. Başka bir deyişle hayvanlarla paylaştığımız nitelikler olduğunda.
Bilimin bize algımızın hapishanesinden çıkma ve dünyayı nesnel bir gözle görme imkanı vereceğini umarak Arşimet noktasını tekrar kazanmaya çalışıp duruyoruz. Ancak bilimin ortaya koyduğu dünya o denli yabancı ve acayip ki insan bakış açımızın ötesine bakmaya her çalıştığımızda kendi yansımamızla karşı karşıya kalıyoruz. “Gerçekten de kötücül bir cinin ellerinde gibiyiz,” diye yazıyor Arendt, Descartes’ın düşünce deneyine gönderme yaparak, “bizimle alay ediyor ve bilgiye susamışlığımızı hüsrana uğratıyor, öyle ki onu kendimizin dışında bir yerlerde aradığımızda sadece kendi zihnimizin örüntüleriyle karşılaşıyoruz.”
Arendt bilgisayarların “insan beyninin idrak edemeyeceği şeyleri” yapabileceğini öne süren bazı bilim insanlarının olduğunu söylüyor. Vurgusu yok gösterici: Konu sadece bilgisayarların bizi salt beyin gücünde aşabilmeleri – teoremleri bizden hızlı çözebilmeleri, çözümleri daha etkili biçimde bulmaları – değil, dünyayı bizim anlayamadığımız biçimde anlayabilmeleri. Arendt bu savı özellikle endişe verici buluyor. “Eğer kendimiz tasarladığımız ve imal ettiğimiz halde, yaptıkları şeyleri idrak edemediğimiz makinelerle çevrili olduğumuz doğruysa,” diyor, “doğa bilimlerinin teorik kafa karışıklığı gündelik dünyamızı en üst düzeyde istila etmiş demektir.”