06-09-2023
İsmet Berkan

Suyu Arayan Adam gibi ortak kimliğini arayan toplum

Suyu Arayan Adam gibi ortak kimliğini arayan toplum

İki gün önce, tanıdığım birinin elinde Şevket Süreyya Aydemir’in otobiyografi kitabı Suyu Arayan Adam’ı gördüm. Kitaba dikkatle baktığımı görünce sohbet başladı. Uzun yıllar önce okumuş ve çok etkilenmiştim kitaptan, yeniden okumaya karar verdim.

Şevket Süreyya’nın hayat hikayesi, onun ifadesiyle bir fikri arayışın hikayesidir ve aslında pek çok bakımdan bu ülke insanlarının son 200-250 yıllık hikayesine benzer.

Ülkeyi ve devleti kurtaracak billur gibi net bir fikir arar Şevket Süreyya da, 19. yüzyıl ortasında ilk kez ortaya çıkmaya başlayan Türk aydını da. Ama doğal olarak ortaya bir çok fikir çıkar.

Türkiye için ‘iyi-doğru-güzel’in hangi fikir olduğu konusunda derin bir anlaşmazlığımız olduğu herkesin malumu.

Başka hangi ülke Anayasasına ‘Kıvançta ve tasada bir bir toplum’ istediği temennisini yazmıştır, bilmiyorum. Ama bu yarı temenni yarı emir kipi niteliğindeki kalıp bize aslında şunu söyler: ‘Biz toplum olarak kıvançta ve tasada bir değiliz, keşke olabilsek.’

Hiç düşündünüz mü, başka ülkeler neden Anayasalarına nasıl bir toplum istediklerini yazmamıştır? Ve biz neden yazıyoruz?

Bakın, son Kadın Voleybol Milli Takımı şampiyonluğu sonrası yaşanan tartışmalarımıza. Bu şampiyonluğu beğenmeyenleri, küçümseyenleri hep birlikte dövüyoruz, yaygın sosyal medya deyişiyle ‘linçliyoruz.’

Bu şampiyonluğu takımda açık açık homoseksüel olduğunu söylemiş olan Ebrar yüzünden beğenmeyenleri ve Ebrar’a hakaret yağdıranları dövmek için sağlam ve meşru gerekçemiz olduğuna inanıyoruz. Bu inancımızdan ötürü de voleybol milli takımının başarısını kutlayıp kutlamamayı, kutlayıp bunu yarım ağız yapmayı siyasi bir tartışma haline getiriyoruz. Konumuz voleybol veya şort giyen kadınların başarısı değil yani, konumuz ülkemizin bitmek tükenmek bilmez kültür savaşı aslında.

Akademik çalışmalarını çok uzun zamandır ABD’deki Princeton Üniversitesi’nde sürdüren tarihçi Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’na göre Türkiye’de yaşanan siyasi mücadele, bir kültür savaşının da ötesinde bir şeydir, bir çeşit topyekûn ahlak savaşıdır. Birbirine rakip iki anlayış, hayatın neredeyse bütün alanlarında kendi dediğinin doğru olduğunu karşı tarafa dayatma çabası içindedir.

Prof. Hanioğlu’na göre ülkemizdeki siyasi bölünmenin tarafları, ‘Kıvançta ve tasada birlik’i ancak diğer ahlakı, rakip hayat tarzını tamamen yok edebilir ve kendi dediğini hayata geçirirse sağlayabileceğine inanıyor.

Oysa bu mümkün değil. 1930’ların Türkiye’si İslami hayat tarzını yok edebilmek çok çaba sarf etti. İslam bunun üzerine büyük ölçüde yeraltına indi, entellektüel derinliğini neredeyse tamamen kaybetti ama hayatta kaldı. Şimdilerde tersini yaşıyoruz veya yaşadığımızı düşünüyoruz. Toplumun önemli bir kesimi modern hayat tarzının ve laikliğin tehlikede olduğuna dair kesin bir inanca sahip.

Yine Hanioğlu’na göre bu savaştan çıkmanın tek yolu, iki tarafın birbirini yenemeyeceğini ve yok edemeyeceğini kabullenip bir çeşit ‘çoğulculuk’ anlaşmasına varmasıyla mümkün. Hanioğlu, bu türden bir çoğulculuğun sert bir Katolik-Protestan ahlak bölünmesi yaşayan Fransa’da 1900’lerin başında ansızın ortaya çıktığını örnek veriyor. Türkiye için temennisi de benzer bir çoğulculuk uzlaşmasının doğması.

Tabii çoğulculuğa giden yok, her durumda ‘Kıvançta ve tasada bir’lik aramaktan vazgeçmekten de geçiyor. 

Evet, depremde hepimiz yaralandık, ‘tasada’ bir olduk; ne bileyim Aksaray’daki sel felaketinde kucağındaki bebeği sel sularına kaptıran annenin tasasından herkesin haberi yok işte. Voleybolcu kadınların zaferi, çoğunlukla ‘kıvançta birlik’ sağladı, bunu görelim ama durumu da abartmayalım, sevinmeyenleri dövecek halimiz yok.

Geçen hafta Ali Bayramoğlu, Karar’da çok ilginç bir yazı yazdı. Bayramoğlu, yazısında şöyle diyordu:

Bir açıdan bakıldığında görülür ki, cemaatimsi toplum dokusu Türkiye’nin en önemli sosyolojik verisi ve en önemli siyasal sorunudur.

Toplum, iç içe girmiş, bütünlenmiş bir yapıdan çok yan yana duran bir topluluklar serisi olarak karşımızdadır.

Dindarlar, laik-seküler kesim, Kürtler, Aleviler, sol, milliyetçi gruplar, azınlıklar zımni bir milletler düzeni içinde yaşarcasına her biri içine kapalı değer sistemleri içinde varlıklarını sürdürürler.

Güven, siyaset, kolektif değerleri besleyen ortak sahalar genellikle geride durur.

Bayramoğlu’nun benim de katıldığım tespitindeki gibi, biz yan yana duran cemaatler ve kabilelerden oluşan bir nüfusa sahibiz ve Cumhuriyet’i kuranların ya da Anayasaya ‘Kıvançta ve tasada bir’ diye yazanların arzu ettiği anlamda ‘toplum’ değiliz.

‘Toplum olmak şart değil, yan yana barış içinde yaşayalım yeter’ diye düşünmek mümkün ama bu yan yana duran cemaatlerin/kabilelerin varlığı siyasetçinin eline bambaşka bir imkan veriyor ve o imkan da bu grupları sürekli birbirleriyle kavga içinde tutuyor. 

Ülkedeki kültür savaşından memnun değilmiş numarası yapıyorlar ama örneğin İstanbul Belediyesi’nin Feshane’deki sergisine yapılan muameleden siyasetin iki kesimi de aslında gayet memnun.

Çünkü, bu yan yana duran cemaat ve kabileler, çatışmalı, tartışmalı, güvensiz durumlarda en önce kendi cemaatinin/kabilesinin çıkarını düşünüyor, onu önceliyor.

Otobüsteki o kadının ‘Türkiye’yi lezbiyen yapamayacaksınız’ diye bağırmasını bazılarımız o kadının akıl sağlığına yoruyor ama öteki taraf öyle düşünmüyor: Sistematik propagandanın ne kadar yaygınlaştığını ve etkili olduğunu görüp seviniyor.

Bakın bir Kürt siyasetçi voleybol milli takımını kutladı diye kendi cemaatinden ona söylenmedik laf kalmadı. Şu sıralar yaygın görüş o Kürtleri bu toplumdan saymamak yönünde. Ama siz onları saymıyorsunuz diye onlar buhar olup uçmuyorlar; bu sefer görüyorsunuz işte, onlar da sizi saymamaya başlayabiliyor. Ali Bayramoğlu’nun kastettiği cemaatleşme tam da bu.

Şevket Süreyya Aydemir, kendi döneminin olabilecek bütün uç siyasi görüşlerinden (Marksizmden Turancılığa kadar) geçtikten sonra suyu ‘cumhuriyetçilik’ ve ‘milliyetçilik’te bulduğuna kanaat getirmiş. Ömrü vefa etse bugün ne düşünürdü acaba? Belki hala suyu arıyor olurdu.

Kabul edelim ki, Türkiye kimliğini arayan, zaman zaman bunu bulduğunu düşünen ama aslında hala tam bulamamış bir ülke.

Seçimde ortaya çıkan yüzde 52-48 bölünmesine bir de bu gözle bakın.

Aşırı iklim olaylarına fena halde hazırlıksızız

Aşırı iklim olaylarına fena halde hazırlıksızız

Seller günlerdir Türkiye’nin dört bir yanını vuruyor ve can alıyor. Şehirlerin yöneticileri de, karşı karşıya kaldıkları felaketin ne kadar büyük bir şey olduğunu anlatmak için sık sık ‘Metrekareye şu kadar kilogram yağmur düştü’ diyorlar.

Evet doğru, ama bu aşırı iklim olayları artık dünyamızdaki hayatın bir kuralı. Aşırı yağmur yağmasını anormal görmek yerine ‘yeni normal’ olarak görmeliyiz ve özellikle kentlerimizi bu aşırı iklim olaylarına göre tasarlamalıyız.

İşte iki gün önce Aksaray kentinde yaşandı, bir anda otomobilleri önüne atıp sürükleyecek güçte bir sel yaşandı. Sel, karayolunda yaşandı, bir nehir yatağında değil.

Bakın bugün 10Haber’de çok dramatik bir anlatım var. Nazif Balcan kullandığı otomobille aşırı yağış altında kalınca bir benzinciye sığınıyor. O sırada arabasının sağ tarafına bir taş çarpıyor, sağ ön kapı açılıyor, orada oturan eşi ve kucağındaki 3 aylık bebeği aşağı düşüyor.

Zavallı kadın daha o anda sel sularına kapılıyor, metrelerce sürükleniyor. Bu arada kucağındaki çocuğu da düşürüyor. Bugün Hayriye Balcan hayatta ama bebeğini sel aldı götürdü maalesef.

Bu öykü bize doğanın gücünü gösteriyor, birkaç dakika içinde yağmur suyu bu denli hızlı akmaya başlayabiliyor.

İstanbul’da iki kişinin selde ölmesi, evet bir yandan doğanın gücü ama bir yandan da aynen Aksaray’da olduğu gibi altyapının yanlış yapılmasının ve yetersizliğinin de bir sonucu.

Dün benim başıma geldi, İzmir’den İstanbul istikametine giderken Bornova’yı geçtikten kısa süre sonra otoyolun üzerinde 20 metre uzunluğunda bir su birikintisine girdim. Otoyolun yanlış yapıldığına ve bir sonraki afette o su biriken yerin ciddi tehlike yaratacağına dikkat çekmek için yazıyorum bunu. Aksaray’daki ölümler, karayolunun çöküp yarılmasıyla meydana geldi. Demek orada da yoldaki yağmur suyu tahliye sistemi çalışmamıştı.

Yerel seçimde değişen ittifak pozisyonları

Yerel seçimde değişen ittifak pozisyonları

Bilmiyorum 2019 yılını kaç kişi hatırlıyor ama o zaman inisiyatif ‘Millet İttifakı’ndan, hatta bizzat İyi Parti lideri Meral Akşener’den gelmişti.

Evet ittifak kanunu sadece genel seçimler için geçerliydi ama İyi Parti ve CHP yerel seçimde de güçbirliği yapabilir, kimi yerlerde ortak adayla seçime girebilir, yani rakip aday çıkartmayabilirdi.

İyi Parti ile CHP’nin bu işbirliği üzerine Ak Parti ve MHP de mecbur kalmış, yerel seçime onlar da güçbirliği yaparak katılmıştı.

Bu kez, beş yıl sonra inisiyatif Cumhur İttifakı’ndan geldi. Dün Tayyip Erdoğan duyurdu ki MHP lideri ile bu konuda anlaşmışlardı, seçimde işbirliği yapacak, birbirlerine rakip çıkartmayacaklardı.

Ama Millet İttifakı cephesinde henüz böyle bir işbirliği yok. Hatta tam tersine Meral Akşener ‘Seçime kendi başına girmek’ten söz ediyor. Gerçi bu bir pazarlık başlangıcı gibi gözüküyor ama Tayyip Erdoğan’ın dünkü açıklamaları pazarlığı hızlandıracaktır kanımca.