11-09-2023
İsmet Berkan

İfade özgürlüğünde geldiğimiz acıklı nokta: Tanrıkulu öksüz çocuk gibi ortada kaldı

İfade özgürlüğünde geldiğimiz acıklı nokta: Tanrıkulu öksüz çocuk gibi ortada kaldı

Sezgin Tanrıkulu’nun adını 90’lı yıllardan, onun Diyarbakır Baro Başkanlığı yaptığı yıllardan beri biliyorum.

Hukuk, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi pek çok alanda yollarımız defalarca kesişti.

Yıllar önce CHP’den milletvekili olacağını duyduğumda şaşırdım; Tanrıkulu’nun hayatını savunmakla geçirdiği alanlarda CHP neredeyse hiçbir zaman at koşturmamıştı. Ülkede sanki hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, insan hakları ve ifade özgürlüğü gibi sorunlar yokmuş gibi davranan bir ‘sol’ partiydi CHP.

Ama Kemal Kılıçdaroğlu, genel başkan olduktan sonra bir ‘değişim’ vaat etmiş, Sezgin Tanrıkulu da bu vaatlere ikna olup CHP’ye girmişti. Tanrıkulu, Diyarbakır’da önemli bir sembol isimdi, tıpkı kendisinden sonra gelen baro başkanları gibi, PKK ile devletin arasına sıkışmış, bir yandan insan hakları ve hukuku savunan ama bir yandan da kimseye kendini anlatamayan oldukça geniş bir insan grubunu temsil ediyordu. (O grup bir dönem kendini Ak Parti’de temsil edilirken buldu, ama sonra bugün Sezgin Tanrıkulu’nun CHP’de başına gelen onların da başına geldi, kendilerini öksüz çocuk gibi ortada buldular.)

Türkiye hep böyle zaten. İnsan haklarını savunmak, adalet istemek, yargının evrensel hukuk kurallarına uymasını, ifade özgürlüğünü talep etmek hemen ‘Sen teröristlerden yanasın’ denilerek yaftalanan davranışlar.

Bu bakımdan 90’lı yıllar çok feci zamanlardı. Öyle bir mahalle baskısı ve yargı baskısı ortamı yaratılmıştı ki, neredeyse ‘Kürt’ demek, ‘Kürtçe’ diye bir dilin varlığından söz etmek bile hapse girme nedeni haline gelmişti. İstanbul’da tesadüfen boynunda sarı yeşil kırmızı bir atkı olan Galatasaray Üniversitesi öğrencisi bir genç, bir otobüs durağında görülüp hapse atılmış, derdini anlatana kadar 1 yıldan fazla hapis yatmıştı. Renkler bile yasaktı.

Böyle onlarca, yüzlerce örnek anlatabilirim 90’lı yıllara ilişkin. Devletin PKK ile savaşı çok sertleşmişti ve devlet hukuk dışına çıkıyordu bu savaşta. Savaşa kimse itiraz etmiyordu, itiraz hukuk dışına çıkılmasına, işkenceye, kötü muameleyeydi ama devlet bunu dinlemiyor, önüne geleni hapse atıyordu.

O yüzden o yıllara ’90’ların karanlığı’ denildi; sadece bir takım sözde faili meçhul cinayetler sebebiyle değil. Genel ortam epey bir karanlıktı.

Birkaç gün önce Sezgin Tanrıkulu bir TV söyleşisi sırasında sinirlenmiş, ta 1993’ten kalma, kendisinin de avukat olarak içinde bulunduğu bir olayı hatırlatmış. Olay, PKK’ya yardım yataklık yaptığı gerekçesiyle gözaltına alınıp helikopterlere bindirilen ama o helikopterlerden inemeyip ortadan kaybolan 11 kişiyle ilgili dava. Daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’nin de mahkum edilmesiyle sonuçlanan bu çok ünlü davayı hatırlatan Tanrıkulu bugün topun ağzında. TSK’ya hakaret ettiği ileri sürülüyor, sadece kamuoyunda lince maruz kalmıyor, savcılar hakkında soruşturma da açtı.

Peki ne yaptı Tanrıkulu? Mahkeme kararlarına yansımış bir olayı hatırlattı. Bir masaldan, bir propagandadan söz etmiyordu; bundan 30 yıl önce yaşanmış bir olaydan söz ediyordu.

Ama ona partisi CHP bile, genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile sahip çıkmıyor. Bakın, öksüz çocuk gibi kaldı ortada.

90’lı yılları ‘karanlık’ diye nitelerken sadece devletten söz etmek olmaz. PKK tam anlamıyla gemi azıyı almıştı, neredeyse her gün çatışma, şehit haberi geliyordu bölgeden. Ama buna rağmen 90’larda devleti eleştirmek, insan haklarından söz etmek, ‘işkence yapmayın’ demek mümkündü.

Bir de bugüne bakın. 30 yıl önceden bir olayı hatırlatmak ve ‘TSK eleştirilemez değildir’ demek, Sezgin Tanrıkulu’nun ve bu konunun konuşturulmamasına yeterli görülüyor artık. Oysa bugün, güvenlik güçlerine yönelik öyle bir yaygın ve sistematik işkence iddiası yok, yaygın ve sistematik insan hakları ihlali iddiası da yok, ayrıca güvenlik güçleri gayet başarılı bir mücadele yürütüyor, PKK kafasını bile kaldıramıyor, tek tük bombalı eylemleri bile yapamaz halde.

Ama biz terörle mücadeleye hala ifade özgürlüğünü kısmadan yapamayacağımıza inanıyoruz; veya en azından ifade özgürlüğünü yok etmek için hala PKK’nın varlığı bahane ediliyor.

Mağarada yaşam savaşını 10Haber’den okuyorsunuz

Mağarada yaşam savaşını 10Haber’den okuyorsunuz

Düşünün, mağaranın girişi bir dağın tepesinde, Toroslar’da ve 2 bin 100 metre yüksekte. Dalıyorsunuz mağaraya, bilinen derinliği 1276 metre. Hala aslında deniz seviyesinden 864 metre yukarısı burası ama mağaranın da dibi.

Morca Mağarası epeydir biliniyor ve aslında haritalamasıyla keşfi devam ediyor. Nitekim, şimdi mide kanaması geçirdiği için kurtarma çalışmalarına devam edilen Amerikalı mağaracı Mark Dickley’in başkanı olduğu uluslararası mağaracı ekibi de mağaraya en dip noktalarını keşif için inmişti.

Mağaranın krokisini günlerdir 10Haber’de tekrar tekrar yayınlıyoruz, bu yazının tepesine de koyuyorum bugün. Krokideki notlara dikkatini çekerim: İlk 300 metredeki dikey inişin arasında bulunan minik düzlüğe mağaracılar ‘Heyoo’ adını vermişler, sevinçleri anlaşılıyor. Oradan 200 metre aşağıda bir başka düzlük var, buraya verilen İngilizce isim ‘Enemy of Equipment.’ Yani ‘Malzeme düşmanı.’ Belli ki orayı keşif sırasında malzeme kaybetmiş mağaracılar. 600 metreye konan işaret ‘I’ll be Back – Döneceğim’ adını taşıyor, Terminator filminin meşhur repliği. 700 küsür metrede ‘Mole’ adı verilmiş kamp yerine, 800 küsür metredeki kamp yeri ise ‘Ya Allah’ adını taşıyor. 900 metredeki dinlenme yeri ‘Desperado’ yani ‘Çaresiz.’ Bir sonraki durağın adı ‘Gorgoroth’ adını ya Norveçli metal müzik grubundan alıyor ya da aynen o metalciler gibi Tolkien’in ‘Yüzüklerin Efendisi’ roman dizisinde geçen Orta Dünya’daki Mordor yolundaki yayladan. Mark Dickley’in mide kanaması sonrası ilk getirildiği kamp yerinin adı ‘Hope.’ Yani ‘Umut.’

Yolun en sonu, yani 1200 metreden 1276 metreye kadar uzanan bölümü krokide ‘Morca Labirenti’ olarak adlandırılmış. Burası sahiden mağaranın çatallanarakl ayrıldığı ve labirent vari bir bölge. Şimdilik haritalanan bölümü böyle.

Dickley ve ekibi işte buradan sonra mağaranın devam edip etmediğini, ediyorsa nasıl ettiğini haritalamak için oradaydı. Ama maalesef Mark Dickley 1200 metre civarında mide kanaması geçirdi. Önce 1040 metredeki Hope kamp yerine getirildi, bugün 10Haber’de Caner Taşpınar’ın haberinden öğreniyoruz, 800’lü metrelere kadar da çıkarılmış.

Ama zorlukları hayal edin. 1200 metre derinlikte arkadaşınız bir sağlık sorunu yaşıyor. Bu sorunu anlatmak ve yardım istemek için 700 metreye tırmanmanız ve telefon etmeniz gerek. O telefona ulaşmak yani 500 metre tırmanmak günler sürüyor. Dağcılıktan çok daha zor bir spor mağaracılık.

Bütün dünyanın gözü kulağı şimdi o mağaranın ağzında. Hepimiz Mark’ın sağ salim yukarı getirilip bir an önce tıbbi yardım almasını bekliyoruz.

Okulun, kaderin aynı zamanda

Okulun, kaderin aynı zamanda

Bugün 2023-24 eğitim öğretim yılı başlıyor, Türkiye çapında 19 milyonu aşkın öğrenci ilkokul, ortaokul ve liselerde ders başı yapıyor.

Dünyanın her yerinde öyle, ülkemizde de… Okul, bir bireyin kader çizgisini çizen en önemli faktör. Örneğin bugün 800 bin kadar çocuğumuz ilkokulda eğitime başlıyor. Bu çocuklar 12 yıl boyunca Milli Eğitim Bakanlığı’nın yönettiği sistem içinde kalacaklar.

Eğer bakanlık mucizeler yaratıp olağanüstü performans sergilemezse bu kabaca 800 bin kadar olan çocuğun gelecek çizgisini, hayatlarında nereye gelip ne kadar gelir elde edebileceklerini daha şimdiden biliyoruz maalesef.

Çünkü bizim eğitim sistemimiz öyle bir sistem ki, tek tek bireysel başarılar sonunda marjinal kalıyor, en sonunda sistemin başarısı daha büyük önem taşıyor.

Hiç kuşkusuz son derece dezavantajlı ailelerden ve okullardan geldiği halde aradan sıyrılmayı başaran çocuklarımız olacak ama onların sayısı hiçbir zaman o dezavantajlı ailelerin toplamıyla kıyaslandığında önemli bir miktara ulaşmayacak.

Genel olarak şunu söyleyebiliriz: Bu 800 bin çocuğun hepsi de gayet avantajlı ailelerden gelen 100 bin kadarı, Batı dünyasındaki yaşıtlarının seviyesine yakın, hatta yer yer üstünde bir eğitim alacaklar. 200 bin kadarı, Türkiye’deki akranlarına göre daha iyi ama dünyaya göre daha düşük bir eğitimle mezun olacaklar. Kalan 500 bin kadarı ise Türkiye için bile yeterli olmayan, dünya içinse hiçbir biçimde yeterli olmayan bir seviyede mezun olacaklar.

Bu eşitsizliği Türkiye gideremedikçe hiçbir zaman 21. yüzyıla hazır olamayacak. Tabii hatırlatmaya bile gerek yok 21. yüzyılın dörtte biri geride kaldı bile, bugün okula başlayan çocuklar 21. yüzyılın ikinci yarısısında ülkemizi yönetecekler.

O dönemin Cumhurbaşkanının, bakanlarının, valilerinin, şirket sahiplerinin, yöneticilerinin, bilim insanlarının, mühendislerinin, motosikletli kuryelerinin, inşaat işçilerinin kimler olacağını daha şimdiden biliyor olmak, kaderlerin daha şimdiden yazılmış olduğunu görmek size de acı vermiyor mu?