17-09-2023
İsmet Berkan

Yapay zekanın sınırları ile insanın sınırları: Ama onun ruhu yok

Yapay zekanın sınırları ile insanın sınırları: Ama onun ruhu yok

Nereye gitsem, hangi ortama girsem, kimlerle sohbet etsem, en sonunda laf dönüyor dolaşıyor ve yapay zekaya, yapay zekanın bütün insanlığa karşı yarattığı büyük tehdide geliyor ve benden bu tehdidi doğrulamam isteniyor.

Yanlış anlamayın, yapay zeka konusunda büyük bir uzman olduğum ve benim ne dediğim önemli olduğu için değil. Tam tersine pek az şey biliyorum bu yeni teknoloji konusunda, bana dönüp ‘Otur, basit bir yapay zeka algoritması yaz’ deseniz mesela, yazamam. ‘Öğrenen nöral network’lerin nasıl öğrendiğini hala tam olarak kavrayabildiğimi söyleyemem, ‘nöral network’ü de bu konuları hiç bilmeyen birine izah edebilecek kadar idrak ettiğimi sanmıyorum.

Benden bu tehdidi doğrulamam isteniyor, çünkü ben bu konuda masada ya tamamen sessiz kalıyorum ya da bazen sinirlenip konuşanların saçmaladıklarını söylemeye başlıyorum. 

Oysa herkes yapay zekanın insanlığa çok büyük bir tehdit olduğundan o kadar emin ki, benim bu tehdide gerçekte itiraz etmediğime dikkat etmiyor, aksine yapay zekanın zararsız olduğunu düşündüğümü sanıyorlar. 

Oysa söylüyorum: Yapay zeka, insanlığı sona erdirecek çapta bir tehdit midir bilmiyorum ama hayatımızın bir sürü mikro alanında kapitalizmi daha beter hale getireceği ve bize hayatı zorlaştıracağı muhakkak bir teknoloji. 

Ha peki hiç mi faydası olmayacak? Elbette olacak hem de çok büyük faydaları olacak ama biz sakıncalarını konuşmaktan faydalara odaklanamayacağız.

Yapay zekanın dünya çapında insanları endişeye sevk edecek derecede gündeme gelmesinin sebebi, adı ChatGPT olan bir konuşma robotu. İnsanlar, ortalama pek çok Türk’ten daha iyi bir Türkçeyle yazabilen bu robotun sahiden ‘konuştuğunu’ düşündüler. 

Oysa hayır, sizin benim konuşma eylemimizden bir hayli farklı robotun ‘konuşması.’ Siz ve ben diyelim Türkçe dilinde konuşurken bu dili ‘anlıyoruz.’

Buradaki ‘anlamak’ kavramı çok geniş. Karşımızdaki kişi bize ‘Masum değiliz’ dediğinde, biz konuşmanın bağlamından hareketle anında burada Sezen Aksu’nun meşhur şarkısına referans verildiğini ve ‘Hepimiz kanun önünde suçluyuz’ anlamının kastedilmediğini ‘anlıyoruz.’

Fakat en temel fark bu ‘anlamak’ meselesinde değil. Çünkü robot yakında metaforlarla ilgili kütüphanesini de tamamlayacak ve siz mesela ‘Bana pamuk gibi bir limonlu kek tarifi ver’ dediğinizde, oradaki pamuk kelimesiyle bitki olan pamuğu değil kekin yumuşaklığını kastettiğinizi ‘bilecek.’ Onun bunu bilmesi hala ‘anlamak’ olmayacak; çünkü siz ‘pamuk gibi’ derken büyük olasılıkla aynı anda gözünüzün önünde de bir görüntü canlanıyor, hatta daha önce bir yerde yediğiniz bir kekin lezzeti bile aklınıza geliyor olabilecek; oysa robotun ‘aklından’ asla böyle şeyler geçmeyecek, ‘Pamuk gibi limonlu kek’i başka hatıralarıyla bağdaştırıp bir duygu üretmeyecek.

Mevcut teknoloji içinde yapay zekanın limiti tam burada yatıyor. Gerçekte konuştuğu şeyi de, dinlediği şeyi de bizim anladığımız anlamda ‘anlamıyor.’

Ama bizde (en azından ezici bir çoğunluğumuzda) robotun söyleneni anladığı ve karşılığında da anlamlı cümleler kurduğu izlenimi doğuyor.

Bunun sebebi robotun çok iyi, üstelik giderek daha iyi bir taklitçi olması ve biz insanların da aslında sınırsız değil sınırlı varlıklar olmamız.

Hepimiz, hayatlarımızı belli örüntülerle yaşıyoruz. Sadece davranışlarımız düzeyinde değil, düşünce ürettiğimizi sanırken bile aslında belirli kalıpların veya örüntülerin içinde kalıyoruz.

Eğer birisi, bizim bu örüntülerimizi yakından takip edip çözebilecek olursa, bir sonraki davranışımız da, bir sonra söyleyeceğimiz cümle de o birisi için tahmin edilebilir hale geliyor. 

Kendinizi düşünün: Yakınınızdaki pek çok kişinin düşünce sistematiğini o kadar iyi biliyorsunuz ki, mesela ne yaparsanız onun buna sinirleneceğini de önceden kestirebiliyorsunuz aslında. Bunu o kişinin düşüme örüntüsünü çözerek yapıyorsunuz.

Düşünün: Bir şirket, dünyanın bütün kentleri ve köyleri için bir harita uygulaması geliştirmiş, bu harita üzerinden hepimize, dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insana ücretsiz seyrü sefer yardımcısı hizmeti veriyor. Bu hizmete Kalküta’daki toplu taşıma servisleri de dahil, New York metrosu da, Berlin’deki tramvay da. Dünyanın her yerinde o an nerede trafik tıkalı, nerede yavaş ilerliyor, nerede açık uygulama biliyor ve dileyene bu hizmeti veriyor.

Bu muazzam, belki milyar dolara kurulmuş ve her ay da devam etmesi için milyonlarca dolar harcanan hizmet üstelik bedava. Acaba neden?

Geçen hafta telefonumun işletim sistemi değişti, herhalde bu yüzden bazı bildirim ayarlarım da değişmiş. Araba binip hareket ettiğimde telefonum bana ‘Şu anda şuraya mı gidiyorsun’ diyerek harita uygulamasından seyrü sefer yardımında bulunmak istedi. Gittiğimi tahmin ettiği yer doğruydu, sahiden oraya gidiyordum.

Yapay zekanın bir yaptığı bu: Davranışlarımıza bakıp bizimle ilgili tahminde bulunmak. 100 tahmininden 60-70’i doğru çıksa, büyük başarı.

ChatGPT gibi konuşma robotlarının yaptığı veya yapmak istediği de bu: Bizim konuşma sistematiğimizi ‘öğrenmek’ ve bir sonraki cümlemizi tahmine çalışmak. Şimdilik 100 tahminin 10-15’i doğru çıkıyorsa, bu müthiş bir başarı ve 100’de 100’e ulaşması da bir zaman meselesi.

Çünkü biz tahmin edilebilir varlıklarız; sandığımız kadar özgür irade sahibi bireyler değiliz.

Ama olsun, yine sığınabileceğimiz bir liman var: Bu tahminleri yapacak yapay zeka, aslında hala ‘mana’dan yoksun.

Peki hep yoksun mu kalacak? Bir gün yapay zekanın da ‘ruhu’ olabilir mi?

Gelin onu da haftaya konuşalım.

‘Hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden aktı…’ cümlesi çok yanlış olmayabilirmiş

‘Hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden aktı…’ cümlesi çok yanlış olmayabilirmiş

Ölümden sonra hayat var mı? Bütün din kitaplarının bu konuda ne dediği belli. Peki bilim ne diyor? Sonrasında hayat var mı bilinmez ve bilimin en azından şimdilik bu konuda söyleyecek bir şeyi yok ama ölümden dönen hastaların anlattıkları, ‘ölüm’ adı verilen olguya yeni bir bakış açısı kazandırabilecek nitelikte görülüyor.

Bu konuda son yapılan bir hayli kapsamlı bir araştırma çok ilginç. Araştırma, ABD ve İngiltere’de 25 hastanede yapılmış. Mart 2017-Marty 2020 arası bu hastanelerde 567 kişi kalp krizi geçirmiş. Araştırmada bu kalp krizi geçiren hastalara kriz esnasında ve sonrasında bir çeşit şapka şeklinde bir şey takılması ve böylece onların hem beyin oksijen düzeylerini ölçmek hem de beyin aktivitelerini tanımlamak hedeflenmiş. Ama bu 567 kişiden ancak 53’ü kalp krizinden sonra hayatta kalabilmiş. Onlardan da 28’iyle araştırmacılar çeşitli mülakatlar yapmışlar.

İlk ve en çarpıcı bulgu, insan beynin oksijensizliğe sanılandan çok daha fazla dayanıklı olması. Yaygın inanınış kalbin durması sonrası beynin 5 ila 10 dakika oksijensiz kalması halinde beynin de öleceğini söylüyor. Oysa bazı vakalarda kalp durduktan 60 dakika sonra bile beyinde aktivite gözlenmiş.

Bazı hastalarda başlangıçta, yani kalp ölümünden kısa süre sonra beyin aktivitesi de tamamen durmuş ama ardından yeniden başlamış. Araştırmacılara göre bu aktivite ‘bilinci açık bir insanın aktivitesi’ni andırıyormuş. Nitekim bazı hastalar, kalpleri yeniden çalıştırılmaya uğraşılırken etrafta olan bitenlerin bir ölçüde farkında olduklarını da anlatıyorlar. Yani ölüler ama etrafın farkındalar.

Hayatta kalan hastalardan 28’iyle yapılan mülakatlar, bu hastaların çoğunun ‘Hatıralarım gözlerimin önünden film şeridi gibi aktı’ klişe anlatımını tekrar ettiğini göstermiş. Nitekim zaten çoğu hastanın beyninde henüz kalbi çalışmıyorken çoğu zaman pek aktivite görülmeyen bölümlerde bile aktivite görülmüş, yani oksijensizlik sırasında beynin neredeyse tamamı uyanık duruma geçmiş.

Bu konulara, özellikle de ‘Ölümün kıyısından dönme’ konusuna ilgi gösterenlere The Scientific American’daki haberin kendisini öneririm, çünkü benim özetim son derece yetersiz aslında.

Bu yılın Breakthrough Ödüllerini kazananlar açıklandı

Bu yılın Breakthrough Ödüllerini kazananlar açıklandı

Rusya ve İsrail vatandaşı teknoloji milyarderi Yuri Milner’ın bir grup başka teknoloji zenginiyle birlikte 2012’de başlattığı Breakthrough Ödülleri’ni bu yıl kazananlar belli oldu. Beş dalda (Üçü yaşam bilimleri, ikisi fizik ve matematik) bu ödüller Nobel’le yarışma iddiasında ve ödül parası da 3 milyon dolar.

Bu yıl fizik ödülünü yukarıda fotoğraflarını gördüğünüz biri İngiliz, diğeri Rus iki matematiksel fizikçi kazandı. Sağda Oxford Üniversitesinden John Cardy, solda ise Alexander Zamolodchikov var. İkilinin araştırmaları maddenin hallerinin birbirine geçişi sırasında yaşananlara odaklanan son derece karmaşık bir matematiksel model. Ama son derece de önemli bir konu. Onlar sayesinde süper iletkenlikten kuantum bilgisayarına kadar pek çok konuda çalışmak mümkün olabiliyor. 

Yaşam bilimlerinde ödüllerden birini, artık Car-T adıyla bilinen gen temelli kanser tedavisini geliştiren iki isim, Carl June ve Michel Sadelain aldı ama aynı ödülü paylaşmadı, her isim ayrı ayrı ödüllendirildi. Onların Car-T adıyla bilinen tedavi yöntemi, sistik fibrosis dahil pek çok ölümcül genetik veya ‘oto-immün’ hastalığın tedavisi için de büyük önem taşıyor. Yaşam bilimlerinde son ödülü ise Parkinson hastalığına yol açan LRRK2 adlı 

geni tanımlayan Andrew Singleton aldı. Bu da, Parkinson’un erken teşhis ve tedavisi için çok önemli bir aşama. 

Son olarak matematik ödülünü New York’taki Columbia Üniversitesinden Simon Brendle aldı. Onun çalışması diferansiyel geometri alanında. Bu dal, daha yumuşak yüzeyli nesnelerin geometrisi.

Bazen, dev şirketlerin bilgisayarlarına sızmak bu kadar kolay işte…

Bazen, dev şirketlerin bilgisayarlarına sızmak bu kadar kolay işte…

Geçen hafta Amerika’da çok ilginç bir bilgisayar korsanlığı olayı yaşandı, piyasa değeri 33,9 milyar dolar olan kumarhane imparatorluğu MGM Grand Casinos, bu korsanlıktan ancak korsanların istediği şantaj parasını ödeyerek kurtulabildi.

Peki ama nasıl oldu bu korsanlık?

Öyle ya, eğer kumarhaneler işleten 33,9 milyar dolarlık bir şirketseniz en büyük yatırımı güvenliğe yapmış olmanız yadırganmaz. Sadece beli silahlı fiziki güvenlikten, binlerce kameranın görüntüsünü izleyen yüzlerce insan ve bilgisayardan söz etmiyoruz, siber güvenlik de sizin için çok önemli olur. Çünkü kumar makineleriniz o siber güvenliğin bir parçasıdır ister istemez.

MGM de herhalde siber güvenliğe çok para harcamıştır ama saldırı hiç ummadıkları bir yerden, zincirin en zayıf halkası olan insan unsurundan geldi.

Korsanlar, basitçe Linkedln adlı sosyal mesajlaşma uygulamasına girmiş, buradan MGM’de üst düzey bilgisayar erişimi olan bir yöneticinin adını öğrenmiş. Sonra o kişiymiş gibi MGM’in kendi iç yardım hattını aramışlar ve ‘Şifremi unuttum benim sisteme giriş şifremi sıfırlar mısınız’ demişler. Sadece 10 dakika süren bir telefon konuşması sonrası o kişinin MGM sistemine girmek için kullandığı her şeye sahip olmuşlar ve içeri girmişler.

Görüyorsunuz, bazen dev şirketlerin bilgisayarlarına girmek için bilgisayar dahisi olmak gerekmiyor, basit dolandırıcılık yeteneklerine sahip olmak yeterli.

Şimdi Amerika’da FBI Rusya ile bağlantılı olduğunu düşündüğü korsanların peşinde ama korsanlar kripto paralarını çoktan aldılar.