Dış politika uzmanı Sinan Ülgen, Avrupa Birliği'nin genişleme perspektifinin Türkiye'nin önüne yeni bir fırsat penceresi açtığını söylüyor. Ama bu pencereyi kullanmak için ilk yapılması gereken şeylerden biri, Osman Kavala ile ilgili AİHM kararını uygulamak olacak.
Ukrayna savaşı, Avrupa Birliği’ni uzun zamandır geri planda tuttuğu genişleme stratejisini yeniden gündemine almaya zorladı. Avrupa’da, Rusya’nın toprak bütünlüğüne tecavüz ettiği ve gerçek anlamda bir insani trajedi yaşayan Ukrayna’ya da artık AB coğrafyasında bir yer açılmasına dair bir kamuoyu baskısı oluştu. AB devlet ve hükümet başkanları bu yıl sonunda Ukrayna ve hatta Moldova’ya üyelik perspektifi verilmesini karara bağlayacaklar. Bu vesileyle Balkan ülkeleri ile Türkiye’nin dahil olduğu mevcut genişleme stratejisini de gözden geçirecekler. Tam da bu noktada AB’nin Türkiye ile ilişkileri de yeniden mercek altına alınacak.
Aslında Ukrayna’ya üyelik perspektifi verilmesi bir açıdan bakıldığında Türkiye için de çok önemli bir fırsat. Seçimlerden önce konuştuğum Alman ve Fransız diplomatlar – ki bu ülkeler Türkiye’nin müstakbel üyeliğine hep mütereddit yaklaşmışlardır – Ukrayna’ya üyelik perspektifi vermeye hazırlanan bir AB’nin Türkiye’ye hayır demesinin daha da zorlaşacağını dile getirmişlerdi. “Bu tartışmayı sizinle bir yıl önce yapmış olsak Türkiye’nin üyeliğine yanıtımız hayır olacaktı ama şimdi Ukrayna savaşı sonrasında durum değişti” demişlerdi. Ama acaba biz Türkiye olarak bu kez bu fırsatı gerçekçi bir siyasete çevirip, reddedemeyecekleri bir strateji ile AB ülkelerinin karşılarına çıkabilecek miyiz ?
Seçim sonrasındaki dönemde bu konuda umutlu olabilmek için açıkçası çok bir işaret göremedim. Bu manada en kritik ve önemli adım, Türkiye’nin kurucu üyelerinden biri olduğu Avrupa Konseyi bünyesinde oluşturulan ortak hukuk normlarının koruyucusu niteliğindeki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamakla başlamak olacak.
Kendi Anayasamızda da yeralan AİHM kararlarına uyum mükellefiyetinin tartışılıyor olması Türkiye’nin hukuk devleti algısına gölge düşürmektedir.
Avrupa Konseyinde aleyhine bir gözetim süreci başlatılmış bir ülke sıfatıyla, Türkiye’nin AB ile ilişkileri de haliyle zorlanmaktadır. Oysa ki şu birkaç aylık süre zarfında Türkiye gerçek anlamda bir demokratik reform iradesi sergileyebilse, AB içindeki tartışmalarda da zemin kazanacaktı.
Dış politikada zamanlama çok önemli bir faktördür. Yapacaklarınızı ne çok önce ne de çok sonra ama tam da doğru zamanda yapmak hedefe giden yolda önemli bir avantajdır. Aynı adımları iş işten geçtikten sonra atmak ise potansiyel kazanımları riske atmak demektir.
Türkiye’nın bu fırsat penceresini kaçırması durumunda gerçekten de AB ile ilişkilerinin daha da sorgulandığı bir döneme gireceğimiz açıktır. Zaten Sayın Cumhurbaşkanı da son günlerde bu mealde açıklamalar yapmaktadır. AB’yi Türkiye’ye karşı samimi olmaya çağırmakta, olmayacaksa da üyelik sürecini sonlandırmaya davet etmektedir.
Sayın Erdoğan’ın bu sözleri, hükümetin yeniden AB gündemini sahiplenmeye yönelik iradesi bakımından olumludur.
Ama bu iradenin sözde kalmaması ve AB açısından ortaya konan samimiyet testinden hükümetin de gerekli reformlara imza atmak suretiyle geçmesi gerekecektir. Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir dönemin kapısını aralamak ancak bu şekilde mümkün olabilir.
Diğer senaryoda ise üyeliğin – bu kapı Ukrayna ve Moldova gibi ülkelere açılırken- derin dondurucuda tutulmaya devam edildiği ve hatta sorgulandığı bir ilişki modelinden bahsetmek gerekir. Ben o senaryoda dahi formel olarak Türkiye ile üyelik sürecinin sonlandırılacağını düşünmüyorum.
AB içinde farklı mülahazalarla Türkiye ile üyelik ilişkisine son verilmesine karşı duracak birçok ülke hep varolacaktır.
Türkiye’nin de, üzerinde kara bulutlar dolaşsa bile, üyelik sürecinden tek taraflı olarak çekilmesinde bir menfaati yoktur. Hatta tam tersine kaybedecekleri daha fazladır. Bunların başında da ortaklık hukukunun AB müktesebatına göre yorumlanması sayesinde kaydadeğer sosyal kazanımlar elde eden AB ülkelerinde oturan milyonlarca vatandaşımız bulunmaktadır.
Kaldı ki ekonomisini güçlendirmek amacıyla sermaye arayışları çerçevesinde uluslararası finans sisteminin odağındaki Batı ülkelerine Maliye Bakanı’nı gönderen bir ülkenin, siyaseten AB ile bir kopuşu temsil edecek şekilde tek taraflı olarak üyelik sürecinin sonlandırmak istemesi de pek mantıklı gelmemektedir.
Dolayısıyla bu senaryoda, üyelik perspektifinin hukuki ve siyasi zemininin korunmasına rağmen arka planda kaldığı, Türkiye ile AB arasında tamamlayıcı veya belki bazıları için alternatif bir işbirliği çerçevesinin zaman içinde kurgulandığı bir yol haritasından bahsetmek gerekir.
Bu yol haritasına yakından baktığımızda ise öne çıkan ana başlıklar arasında Gümrük Birliği’nin revizyonu ve bu bağlamda dijital ve yeşil dönüşümün Gümrük Birliği çerçevesine dahil edilmesi, vize serbestisi ve bu hedef elde edilene kadar vizelerin kolaylaştırılması, başta Afrika ve Orta Asya gibi coğrafyalar olmak üzere üçüncü ülkelerde Türkiye-AB işbirliği, Türkiye’nin AB’nin Çin Kuşak Yol projesine yanıt olarak başlattığı finansal enstrümanlarla desteklenen “Global Gateway” programına iştiraki, deprem yardımlarının sürdürülebilirliği, göç alanında işbirliği gibi konular bulunmaktadır.
Ancak bu alanlarda ilerleme kaydedilmesi için bile gerek Brüksel’de gerek Ankara’da bugünden farklı yapıcı bir siyasi iradenin oluşması şarttır.
Meseleye AB açısından baktığımızda, AB’nin Türkiye gibi bir bölgesel güç ile hiçbir zeminde ilerleme kaydedilemeyen bir konjonktüre teslim olması stratejik körlüğüne işaret etmektedir.
AB’nin üzerine düşen sorumluluk, Türkiye ile ilişkilerinde daha gerçekçi ve bazı üyelerinin dar gündemlerine teslim olmayan bir yol bulmaktır. Keza üyelik süreci için yaratılan siyasi kriterlerin, ilişkilerin her veçhesini engelleyecek şekilde yorumlanması ve uygulanması da sağlıklı değildir.
İlişkilerdeki bu durgunluk, hızla değişen jeopolitik ortamda tarafları birbirinden daha da uzaklaşmasına neden olmaktadır.
AB’nin 1995 yılında akdedilen bir anlaşma olan Gümrük Birliği’nin revizyonu müzakerelerinin başlanması için bile siyasi kriter koyması – Gümrük Birliği’nin Kıbrıs’a uygulanması – bu tıkanıklığın somut bir örneğidir.
Oysa ki müzakerelere başlanabilmesi bile başlı başlına güven arttırıcı bir etki yaratacak olup, siyasi sorunların zaman içinde daha ehven koşullarda ele alınmasını sağlayacaktır.
Türkiye açısından baktığımızda ise, ülkemizin stratejik öneminden bahisle AB ile ilişkilerde ilerleme kaydedilmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Hukuk ve demokrasi eksikliğini uluslararası güç dengesi argümanı ile imale etmek bu uluslarüstü topluluk ile ilişkiler özelinde mümkün değildir.
Tabii ki Türkiye için en iyi formül güçlü bir hukuk ve demokrasi hamlesi ile bu ilişkilere sahip çıkmak olacaktır.
Bunun gaybubetinde dahi, AB ile karşılıklı menfaat temelinde yapıcı ilişkiler tesis etmek mümkündür. Ancak bu noktada da temel şart, AB ile ilişkilerin kısa ve orta vadedeki hedefini doğru belirlemek, bu hedeflerin Türkiye’nin diğer dış politika tercihleri ile uyumlu olmasını sağlamak ve nihayetinde bu hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik iç düzenlemeleri hayata geçirmek olacaktır.
Sinan Ülgen, EDAM Direktörü.