Almanya’dan Apple’a sıkı denetim
Kaşifler yüzyıllardır kayıp kıtanın peşinde, en ufak bir iz için çaba harcarken, sekizinci kıta Yeni Zelanda'nın altında keşfedilmeyi bekliyordu. Bilim insanları 2017 yılında onu bulmayı başardı. 6 yıldır bildiğimiz bu kıtanın şimdi büyük bir kısmının haritası çıkarıldı.
Nobel Ödülleri’nin damga vurduğu bir haftayı sonlandırıyoruz. Durum böyleyken ’10’ca bilim arasından’da Nobel’den bahsetmeden geçmek olmazdı. Önce bu türden ödüllerin gerçekten de bilim insanlarını daha üretken kılıp kılmadığını sorguluyor, sonra da Nobel Kimya Ödülü’nü alan Bawendi’nin hikayesi üzerinden yaşanadığımız başarısızlıkların hayatımıza hükmetmesine izin vermememiz gerektiğini görüyoruz. Başarısızlık demişken, yetişkinlerin çocuklara bağırmasının ve hakaret etmesinin etki açısından fiziksel tacizden farkı olmadığını öğreniyor, yüzyıllardır aranan ancak bir türlü bulunamayan ve 2017’de varlığından kesinkes emin olduğumuz, şimdilerde büyük bir kısmının haritasının çıkarıldığı sekizinci kıta Zealandia’ya doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Yolculuğumuzun kalan kısmı mikroplastik dolu bulutlarda, toz hortumuna yakalanan Mars’ta ve uzay istasyonunda devam ediyor ve Microsoft’un yapay zeka planları ile sonlanıyor.
Çin’in Tiangong Uzay İstasyonu’ndaki iki astronot, canlı yayın sırasında kibritle mum yakarak imkansızmış gibi görünen bir şeyi başardı. Kibrit çakmak normal dünya şartlarında riskli bir hareket olmasa da bir uzay istasyonunda ateşle oynamak vahim bir şekilde sonuçlanabilir. Dolayısıyla Uluslararası Uzay İstasyonu’nda herhangi bir şekilde ateş çıkarmak yasak. Bu gösteri sayesinde en azından ateşin mikro yerçekimli ortamda nasıl davrandığını görmüş olduk: Alev, alışık olduğumuz şekilde yukarı doğru yükselmesi yerine her yöne yayılarak küçük bir ateş küresi içinde kalıyor.
Uzay istasyonunda ateş yakmak neden riskli diye soracak olursanız da yerçekimi olmadığı için sıcak hava yükselemez ve videodaki gibi basık bir şekilde kalır bu da yangının daha hızlı büyümesine yol açabilir. Yanma sonucu ortaya zararlı gazlar ve dumanlar çıkacağı düşünüldüğünde, zaten oksijen kaynakları sınırlı olan mürettebatın hava konusunda sorunlar yaşayacağı da aşikâr. Riskleri göz önüne aldığımızda Çinli astronotların böyle bir deney gerçekleştirmesi, ülkenin uzay ajansının acil bir durumda yangını bastırabileceklerine olan inançlarının tam olduğunu gösteriyor.
Ride the (shock) wave!
This time-lapse video shows Hubble images of the Cygnus Loop, the tattered remnants of a star’s supernova explosion, taken in 2001 and 2020.
The remnant’s shock front has expanded with time, traveling at over half a million mph: https://t.co/giqvWllxv1 pic.twitter.com/zGsslAqdgZ
— Hubble (@NASAHubble) September 29, 2023
İçinde yaşadığımız bu çağda gökbilimciler, hiçbirimizin var olmadığı dönemlerde meydana gelmiş uzay patlamalarının doğrudan görüntülerini yakalayabiliyor. 28 Eylül’de yayınlanan hızlandırılmış bir video bunun en güzel örneklerinden. Neredeyse 20 yıllık emektar Hubble Uzay Teleskobu’nun verilerinden oluşturulan video, 20 bin yıl kadar önce yaşanan bir süpernovanın kalıntılarına, Cygnus Döngüsü’ne odaklanıyor. Bunun gibi nebulalar, süpernova patlamasıyla ölen yıldızdan geriye kalan dev toz ve gaz bulutlarından oluşuyor. Ölen yıldız maddesini içerdikleri için bu uzay bulutlarına ‘yıldız fidanı’ da deniliyor. Zira eski yıldız parçaları bir araya gelerek yeni yıldızlar oluşturabiliyor.
1784 yılında keşfedilen Cygnus Döngüsü, o zamandan beri bilim insanlarının gözetimi altında. Hubble’dan alınan görüntüler sayesinde bu nebulayla ilgili birtakım yeni detaylar öğrenmiş olduk. Bunlardan biri de süpernovanın şok dalgasındaki yoğunluk farklılıklarıydı. Bir yıldız patladığında sadece malzeme salmakla kalmaz, bu malzeme büyük güçle dışarı fırlatılır. Bu durum patlayan yıldızın çevresindeki alanı dudak uçuklatacak sıcaklıklarla ısıtarak çok uzak mesafelere kadar yayılabilen devasa enerji dalgaları yaratır. İşte biz buna şok dalgası diyoruz.
Gökbilimciler, şok dalgasının konumunu analiz etti. Sonuç: Son 20 yılda şok dalgası hiç yavaşlamamış ve saatte yarım milyon milin üzerinde bir hızla yıldızlararası uzaya doğru ilerliyor. Bir bağlama oturtmak gerekirse bu hız, Dünya’dan Ay’a yarım saatten daha kısa sürede seyahat edilebilecek bir hız. Her ne kadar çok hızlıymış gibi gelse de bir süpernovanın şok dalgası için bu hızın yavaş kaldığı söylenebilir.
NASA’nın Perseverance keşif aracı 30 Ağustos 2023’te Mars’taki görevinin 899’uncu gününde Jezero Krateri’ni keşfederken bir toz hortumu gördü. Kraterin batı kıyısında ‘Thorofare Ridge’ denilen yerde görülen hortumun doğudan batıya doğru yaklaşık 19 km/saat hızla hareket ettiği hesaplandı. Yüksekliğinin de 118 metre olduğu tahmin ediliyor. Gezginin navigasyon kameralarıyla yakaladığı görüntüler, dört saniye arayla çekilen ve 20 kez hızlandırılan 21 kareden oluşuyor. Dünya’daki küçük, kısa ömürlü kasırgalara benzeyen bu dikey rüzgâr sütunları, yüzeye yakın sıcak hava boşluklarının yukarıdaki daha soğuk havaya doğru hızla yükselmesiyle ortaya çıkıyor. Bilim insanları bu toz hortumlarını inceleyerek Mars’ın atmosferi hakkında daha fazla bilgi edinmeyi amaçlıyor. Toz hortumları Mars’ta yaygın karşılaşılan bir hava olayı. Genel olarak da düşük basınçtan dolayı Dünya’da görülenlerden çok daha büyük oluyorlar. En çok ilkbahar ve yaz aylarında görülseler de bilim insanları nerede, ne zaman çıkacaklarını tahmin edemiyor. Dolayısıyla Perseverance gezgini rutin olarak atmosferi gözlemleyerek hortum belirtilerini arıyor.
Yüzlerce yıldır dillendirilmesinin ardından bilim insanları Dünya’nın ‘kayıp’ sekizinci kıtası Zealandia’nın 2017’de varlığını açıklayarak efsanelerin bir kısmının gerçek olduğunu doğruladı. Şimdiyse bu kayıp kıtanın haritasını çıkardılar. Dünya’nın batık sekizinci kıtası olan Zealandia Pasifik’in güneybatısında neredeyse tamamen sular altında kalmış devasa bir kara parçası. Yaklaşık 5 milyon kilometrekare büyüklüğünde olan batık kıta, dünyanın en küçük, en ince ve en genç kıtası.
Hollandalı kaşif Abel Tasman, adamlarıyla 1642’de bugün Yeni Zelanda olarak bilinen adanın ‘kaşifi’ oldu. Ancak Abel keşfinin tadını çıkaramadan adaya birkaç yüzyıl önce yerleştiklerine inanılan Maori halkının saldırısına uğradı. Maoriler kaşiflerin teknelerinden birine kanoyla çarparak dört Avrupalının ölümüne neden oldu. Abel’ın da içinde bulunduğu diğer Avrupalılar ise Hollanda’ya dönmek zorunda kaldı. Yine de Abel, dünyanın geri kalanının habersiz olduğu sekizinci bir kıtanın olduğuna ikna oldu ki bu inancında da haklı çıktı.
Zealandia’nın dalgaların altında olduğuna dair ilk ipuçlarından biri, Yeni Zelanda’nın ‘güneye ve doğuya doğru uzanan büyük bir kıtanın tepe kısmını oluşturduğu, şimdi sular altında kalan bir dağ zincirinin kalıntısı’ olduğu sonucuna varan İskoç doğa bilimci Sir James Hector’un gözlemleriydi. 1995 yılında ABD’li bir jeofizikçi Yeni Zelanda’nın batık bir kıtanın üzerinde durduğunu söyleyerek ‘Zealandia’ adını ortaya attı. Bu zamana kadar kayıp kıta konuşulsa da bu kıtayı arama girişimleri Birleşmiş Milletler’in Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni yürürlüğe koymasıyla hızlandı.
Bu sözleşmeye göre bir ülke kendi Münhasır Ekonomik Bölgesi’ndeki kara parçasını kendi toprağı olarak talep edebilirdi. Tabii Yeni Zelanda’nın bu maddenin ardından çevresindeki bölgeyi araştırmak için geçerli nedenleri oldu. Kaya analizleri ve uydu verilerinin zamanla bir araya gelmesiyle yeni kıtanın varlığı ortaya çıktı.
Zealandia’nın nasıl sular altında kaldığına dair kabul edilen esas teori, eski süper kıta Gondwana’nın açıldıkça tektonik plakalarının çatlamaya ve okyanus suyunun içeri sızmaya başlaması. Antarktika da anakaradan kopunca Zealandia’nın yer kabuğu su altında kalana kadar incelmeye devam edip suyun derinliklerinde kaybolmuş olabilir.
Tectonics dergisinde yayınlanan yeni çalışmada araştırmacılar, Zealandia’nın büyük bir kısmını haritalandırmayı tamamladıklarını duyurdu. Yeni Zelanda’nın GNS Science Araştırma Enstitüsü öncülüğünde gerçekleşen çalışmada batık kara kütlesinden jeolojik örnekler çıkarıldı ve çeşitli kumtaşı türleri, bazaltik lav ve kireçtaşı da dahil olmak üzere gerçek bir mineral hazinesi bulundu. Daha sonra bu örnekler tarihlendirildi, anormallikleri analiz edildi ve haritada kullanılmak üzere bulundukları yerler işaretlendi.
Haritayı çıkaran ekip 2017’de yayınladıkları diğer çalışmada dünyayı kayıp kıtayla tanıştırmış ve Zealandia’nın çok yakın olmasına rağmen Avustralya kıtasından farklı olduğunu belirtmişlerdi. Gerçekten de Yeni Zelanda ve komşu ada grubu Yeni Kaledonya, ‘Pasifik bölgesindeki kara ve ada kümeleri için coğrafi olarak Avustralasya terimi kullanılmasına rağmen hiçbir zaman Avustralya kıtasının bir parçası olarak görülmedi’. Ne diyelim darısı Atlantis’in başına…
Zoologlar, dikenli karıncayiyenlerin çiftleşme mevsiminde çıkardıkları sesleri kaydetti. Daha önce bu canlıların yürürken çıkardıkları küçük hırıltılar dışında ses çıkarmadıkları düşünüldüğü için bu yeni kayıt epey sürpriz oldu. Bu durum, iletişim kurmak için ses çıkarmanın memeli soyunun en eski dönemlerine kadar uzandığını gösteriyor. Zira karıncayiyenler, diğer tüm memelilerden çok daha erken bir dönemde, 100-200 milyon yıl önce ayrışmış. Bununla birlikte karıncayiyenlerin o kadar konuşkan bir canlı grubu olmadığını belirtmekte fayda var. Journal of Zoology’de yayınlanan çalışmanın yazarları, 200 dikenli karıncayiyenle uzun saatler beraber kalmalarına rağmen sadece birkaç kez ses çıkardıklarını duymuş.
Anne sütünde bile mikroplastik bulunduğu için ‘Şurada mikroplastik bulundu, burada mikroplastik tespit edildi’ gibi haberler artık üzerimizde pek bir şaşkınlık yaratmasa da bu hafta art arda iki yerden mikroplastik haberi geldi: Biri bulutlar, diğeri ise ıssız bir mağara. Biz konuya önce bulut ile girelim isterseniz.
Japonya’da bir araştırma ekibi, yağmur bulutlarının içinde mikroplastik keşfetti. Fuji ve Oyama Dağı’nın zirvelerini örten sislerden su örnekleri toplayan ekip, boyutları 7,1 ila 94,6 mikrometre arasında değişen dokuz farklı türde polimer ve kauçuk tespit etti. Bunu yaparken gelişmiş görüntüleme teknikleri ve kızılötesi spektromi kullandılar. Havadaki mikroplastiklerin çok fazla olduğu kanaatine varan ekip, bu yapıların ‘plastik yağmuru’ ile iklim değişikliğine aktif olarak katkıda bulunuyor olabileceğini düşünüyor.
Environmental Chemistry Letters dergisinde yayınlanan araştırmanın başyazarı Hiroşi Okoçi, “‘Plastik hava kirliliği’ sorunu proaktif bir şekilde ele alınmazsa, iklim değişikliği ve ekolojik riskler gerçeğe dönüşebilir ve gelecekte dönüşü olmayan ciddi çevresel hasarlara neden olabilir” dedi.
Şimdi gelelim mağaraya. Yüksek yoğunlukta mikroplastik bulunan bu mağara son 30 yıldır insan ziyaretçilere kapalıymış. Araştırmacıların çalışmaları için seçtiği bu yer Missouri’deki 1993’ten beri halka kapalı olan Cliff Mağarası. Mağara aslında bir yerleşim bölgesinin yakınında bulunuyor. Bu nedenle medeniyetten tamamen soyutlanmış sayılmaz. Bununla birlikte insan yerleşimlerinin yakındaki ekosistemlerin nasıl etkilendiğine dair ilginç bir vaka çalışması sunuyor.
Araştırmacıların elde ettiği sonuçlara göre mikroplastikler en çok mağara ağzında birikmiş, mağaraya akan su bunları daha da içeri taşımış. Ayrıca mikroplastikler mağaranın tortusunda suya kıyasla 100 kat daha fazla yoğunlaşmış. Bu da suların onları tortuya bırakıp çekildikten sonra bile yıllarca burada depolandıklarını gösteriyor. Saint Louis Üniversitesi WATER Enstitüsü’nde jeokimyacı ve yardımcı yönetici olarak görev yapan Elizabeth Hasenmueller, mağaraları kirleten bu plastik parçacıklarının insanların içme suyu olarak kullandığı yeraltı sularına sızabileceğini söylüyor. Ayrıca mağaralarda yaşayan yarasa ve amfibilerin de bu mikroplastiklerden etkileneceğini unutmamak gerekiyor.
Science of the Total Environment dergisinde yayınlanan bu çalışma, insanlardan uzak tutulan yerlerde mikroplastiklerin çevreye ve daha spesifik olarak yeraltı su sistemlerine ne kadar nüfuz ettiğini gözler önüne seriyor. Plastiklerden kurtulmak o kadar kolay bir iş değil ama Hasenmueller’e göre en azından toplum, bütün bütün olarak sentetik kıyafetlerden vazgeçebilir. Zira bu mağarada bulunan kalıntıların çoğu tekstil ürünlerinde kullanılan sentetik liflermiş.
Yeni bir araştırmaya göre çocuklara bağırmanın, aşağılamanın ya da sözlü olarak tehdit etmenin cinsel ya da fiziksel istismardan pek bir farkı yok. Zira bu hareketler de çocukların ileride kendilerine zarar vermelerini, uyuşturucuya yönelmelerini ve hapse girmelerini tetikleyici etken olabiliyor. Bu yüzden uzmanlar, çocuklarla sert bir şekilde iletişime geçmenin istismar biçimi olarak kabul edilmesi gerektiğini söylüyor. Çocukların fiziksel ya da cinsel istismardan ziyade sözlü istismara maruz kaldığı, 100 çocuktan 40’ının bu türden bir istismara uğradığı ve bu oranın giderek arttığı belirtiliyor. İşin sıkıntılı tarafı, ABD’li çocuk istismarı uzmanı ve çalışmanın ortak yazarlarından Prof. Shanta R. Dube’nin de dikkat çektiği üzere yetişkinlerin bağırmalarının ya da çocuklarına ‘aptal’ ve ‘tembel’ gibi sert eleştirilerde bulunmalarının çocukların gelişimini olumsuz etkileyebileceğinin farkında olmamaları.
İşin ciddiyetini anlamak için birkaç veriyi şöyle sıralayalım: Birleşik Krallık’ta yaşayan 20 bin 556 kişiden sözlü tacize uğrayanların (yüzde 19,9) uğramayanlara (yüzde 10,8) kıyasla esrar kullanma olasılığının neredeyse iki kat daha fazla olduğu, hapse girme risklerinin (yüzde 4,4) de neredeyse iki kat daha fazla olduğu tespit edildi. Yine Birleşik Krallık’ta yakın zamanda 11 ila 17 yaş arasındaki 1000 çocukla yapılan bir ankette çocukların yüzde 41’i yetişkinlerin kendilerini suçlamak, aşağılamak veya eleştirmek için sıkça ‘incitici ve üzücü’ sözcükler kullandığını söylemiş. Bu çocuklardan yüzde 51’i bu tür davranışlara haftada bir uğrarken, her 10 çocuktan biri her gün bu sözlere maruz kaldığını belirtmiş. Çocukların aktardığına göre duydukları en incitici sözler arasında ‘işe yaramazsın’, ‘aptalsın’ ve ‘hiçbir şeyi doğru yapamıyorsun’ gibi ifadeler yer alıyor. Buna karşılık yetişkinlerden duydukları en olumlu sözler ise ‘seninle gurur duyuyorum’, ‘başarabilirsin’ ve ‘sana inancım tam’ sözleri.
Bu haftaya damgasını vuran olay tıp, fizik, kimya, edebiyat ve barış alanında dağıtılan Nobel ödülleriydi. Biz de ödül törenini yakından takip ettik, kim neden ödül aldı anlatmaya çalıştık. En alta da kaçırdıysanız diye o haberlerin linklerini ekleyeceğiz. Nobel Ödülü kazanmak, birçok bilim insanı için kariyerlerinin zirvesini temsil ediyor. Peki bu prestijli ödülün bilim dünyasına katkısı nedir? Stanford Üniversitesi’nde epidemiyolog olan John Ioannidis bunu merak etmiş.
Nobel gibi ödüllerin ‘itibar aracı’ olduğunu kabul eden Ioannidis, her şeye rağmen bu ödülerin ‘bilim insanları daha üretken bir hale getirip getirmediğini’ sorgulayarak bir araştırma yürütmüş. Ioannidis öncülüğündeki araştırma ekibi ağustos ayında Royal Society Open Science dergisinde yayınladıkları çalışmalarında Nobel ödülü ya da MacArthur bursu kazanan bilim insanlarının yayın ve atıflarını inceleyerek, bilim insanlarının yaşını ve kariyerlerinde bulundukları noktayı hesaba katarak ödül sonrası üretkenliğin nasıl etkilendiğini mercek altına aldı. Genel olarak her iki ödülün sahiplerinin de kendi alanlarında öncekiyle aynı ya da daha az etkiye sahip olduğu görüldü.
Şimdi veriler şöyle: 72 Nobel ödüllü ve 119 MacArthur burslusu bilim insanı örnekleme alındı. Ödülü almadan üç yıl önceki yayın ve atıf sayıları ile ödülden sonrakiler karşılaştırıldı. Sonuç olarak Nobel kazananların ödülü aldıktan sonra da benzer sayıda makale yayınladıkları ancak çok daha az atıf aldıkları tespit edildi. MacArthur bursluları biraz daha fazla yayın yapmış olsa da atıfları hemen hemen aynı kalmış. Hem Nobel ödüllü hem de MacArthur burslularının ise makale başına aldıkları atıf oranı ödülü kazandıktan sonra azalmış.
Yaş açısından da bakacak olursak, her iki ödülün de 42 yaş ve üzeri sahiplerinin ödül sonrası atıf ve yayın sayılarının azaldığı, 41 yaşında ya da daha genç olanların ise daha fazla yayın yaptığı ve daha fazla atıf aldığı görülmüş. Araştırmayı yöneten ekip, yaşın ödül sahiplerinin bilimsel üretkenliğinde rol oynadığını söylüyor. Columbia Üniversitesi’nde sosyolog olan ve araştırmalarını Nobel ödüllü bilim insanlarının yaşam ve çalışmaları üzerine kuran Harriet Zuckerman, üretkenliği bu kadar basit ölçütlere indirgemenin sıkıntılı olduğunu vurguluyor.
Nobel’e değinmişken, bir haberden daha bahsedelim. MIT profesörü Moungi Bawendi, hem yeni nesil TV ekranlarında bulunan hem de vücuttaki tümörleri ayırt etmekte kullanılan nanoparçacıklar olan ‘kuantum noktaları’ üzerine yaptığı öncü çalışmalarıyla bu yıl Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldü. Kuantum noktalarının keşfinde rol oynamamış olsa da bu parçacıkların üretimini kolaylaştırarak bugünkü uygulamaların önünü açan Bawendi’ydi. Ancak lisans öğrencisiyken ilk kimya sınavında başarısız olmuş. Bu olayın kendisini neredeyse ‘mahvettiğini’ söylüyor. Tunus ve Fransa kökenli olan 62 yaşındaki Bawendi’nin lise yılları en azından fen bilimleri alanında oldukça başarılı geçmiş. Ancak 1970’lerin sonunda Harvard Üniversitesi’ne başladığında sert duvara çarpmış. Gazetecilere verdiği demeçte o dönemi şöyle anlatıyor:
“Sınavlara çalışmak zorunda kalmamaya alışmıştım. İlk sınavımda soruya baktım, anlayamadım. Sonra ikinci soruyu da anlayamadım. Nihayetinde 100 üzerinden 20 puan alarak sınıf sonuncusu oldum ve ‘Aman Tanrım, buraya kadarmış, ben burada ne arıyorum?’ diye düşündüm. Nasıl ders çalışılacağını bilmiyordum, önce nasıl çalışılacağını öğrendim. Zaten sonra da hemen hemen her sınavdan 100 aldım.” Bawendi gençlere, “Sabredin ve aksiliklerin sizi mahvetmesine izin vermeyin. En düşük not olan F ile ilk sınavım beni mahvedebilirdi” tavsiyesinde bulunuyor.
OpenAI tarafından geliştirilen ve dünya çapında yaygın bir şekilde kullanılan GPT gibi büyük dil modellerini eğitmek, çok büyük bir karbon ayak izi yaratacak türde güç harcanmasını gerektiriyor. Veri merkezlerinde çalışır durumda tutmak için yüksek miktarlarda elektrik harcamak gerekiyor ki bu da aklımızın alamayacağı miktarlarda sera gazı salınımı anlamına geliyor. Özellikle ABD’li milyarder Elon Musk son zamanlarda bu elektrik sorununa dikkat çekiyor ve 2045 yılına kadar enerji ihtiyacının üçe katlanacağını söylüyor.
Şimdiyse The Verge’in haberine göre, Microsoft yapay zeka üzerine oynadığı bahsi bir adım ileriye taşıyarak nükleer reaktör kullanarak bu teknolojiye güç sağlama planını devreye sokmaya hazırlanıyor. Şirketin yakın zamanda yayınladığı bir ilanda, enerji altyapısının küçük modüler reaktörler (SMR) kullanılarak büyütülmesinin amaçlandığı görülüyor. Teoride SMR’lerin yapımı daha ucuz ve tam ölçekli nükleer santrallere göre daha esnek. Ama Microsoft’un yapay zekalarını eğitirken nükleer enerjiye sırtını dayaması için önce aşması gereken bazı engeller var.
Birincisi gerçekten çalışan bir SMR tasarımına sahip olması gerekiyor. Ardından da bu küçük reaktörlerin ihtiyaç duyduğu yüksek miktarlardaki uranyum yakıtını nasıl elde edeceğini bulması gerekecek. Son olarak da bu nükleer atıkları uzun vadede nasıl depolayacağını bulmalı. Microsoft’un kurucusu Bill Gates SMR tasarımları için TerraPower adında bir kuluçka merkezi kurdu ancak CNBC’ye yapılan açıklamaya göre TerraPower’ın henüz Microsoft’a reaktör satmak için imzaladığı bir anlaşma yok. Bu arada şirket bu yılın başlarında OpenAI’ın CEO’su Sam Altman tarafından kurulan füzyon girişimi Helion ile 2028’e kadar elektrik satın alacağı umuduyla anlaşma imzaladı. Elektriğini nereden alacağını bir yana bırakırsak Microsoft’un halihazırda ödemesi gereken büyük elektrik faturaları olduğu ortada ve yapay zekaya yönelik artan heyecan göz önüne alındığında bu faturaların artması olası.