14-10-2023
İsmet Berkan

Temizlik de bulaşıcıdır; peki yargı kendi kendini temizler mi?

Temizlik de bulaşıcıdır; peki yargı kendi kendini temizler mi?

Gazeteci, işi gereği pek çok yere giren çıkan, birbirinden farklı pek çok kesime kulak veren insanın adı. Kaçınılmaz biçimde bu kulak verdiğiniz kesimlerden gelen şikayetleri de dinliyorsunuz, bunlar içinde önemli gördüğünüz bazılarını eğer belgeleyebilir, kanıtlayabilirseniz haber veya yorum konusu yapabiliyorsunuz.

Bir değil iki değil onlarca gazetecinin yıllardır adliye koridorlarında dinlediği ama pek azını gerçekten belgeleyip haber yapabildiği yargıyla, daha doğrusu yargı sisteminin neredeyse merkezine yerleşip ciddi bir kontrol elde etmiş olan bir dizi yargı mensubuyla ilgili son derece vahim iddialar var. Bu iddialar bizim kulağımıza Ankara, İstanbul gibi büyük adliyelerden geliyor; çünkü ülkenin diğer şehirlerindeki adliyeleri o kadar da bilmiyoruz. Belki aynı iddialar başka şehirlerde de konuşuluyor ve mevcut.

Bir dönem çok konuşuldu, hatta hakkında açılan davalar da var, mesela ‘FETÖ borsası’ meselesi. Poliste ve adliyede uzantısı olan bazı kişiler (içlerinde ‘gazeteci’ olanlar da var) gidiyor, bir iş insanına şantaj yapıyor, ‘Şu kadar para vermezsen hakkındaki FETÖ ihbarı soruşturmaya dönüşecek, belki hapse gireceksin, hayatın kayacak’ diyordu. İstenen parayı vermeyenlerin başına da sahiden kötü şeyler geliyordu. (Bunlardan sonuncusunu geçen haftalarda İstanbul Nişantaşı’ndaki ünlü TatBak kebapçısı bağlamında bir kez daha yaşadık.)

Rüşveti ‘doğru’ kişiye vermek

Sonra yine iddiaya göre bir de ‘tahliye borsası’ vardı. Haklı veya haksız sebeple diyelim ki tutuklandınız. Bunun bir tarifesi vardı. İstenen parayı doğru kişiye ödeyecek olursanız tahliyeniz mümkün oluyordu. Burada tahliye kararını hakim alıyordu ama işin aracısı avukattı. Avukat hem hakimi hem de savcının daha sonra tahliyeye itiraz etmemesini garanti altına alıyordu. Ama tabii istenen parayı ‘doğru kişi’ye vermeniz şartıyla! (‘Doğru’ kişiye vermediği için ciddi miktarda parasını kaptıran çok sayıda örnek de var iddiaya göre.)

Daha neler neler… Adliye ile ilgili hemen hemen her konuda rüşvet veya şantajla iş yapılabildiği, büyük adliyelerin koridorlarının çok bilinen bir sırrı.

Daha düne kadar bu sistemin polis-savcı-yargıç üçgeninde yürüdüğü yine çok bilinen bir başka sırdı. Yani işler sadece adliye koridorlarında olmuyordu.

Hazirandan beri rüzgarın yönü değişti

Ama Haziran ayından beri yavaş yavaş yayılan farklı bir durum var. Burada en önemli faktör, İçişleri Bakanlığı’na Süleyman Soylu’nun yerine eski İstanbul Valisi Ali Yerlikaya’nın gelmesi.

Yerlikaya, 120 günü aşan görev süresinde çok sayıda önemli harekette bulundu ama bunlar içinde en önemlisi, emniyet ve mülkiye teşkilatında yaptığı kadro değişiklikleri oldu. Bu değişiklikler, örneğin Ankara’da Kaplan Çetesi adı verilen çeteye operasyon yapılmasıyla ciddi bir belirginlik kazandı. Çünkü yaygın inanç, Ankara’da bu çetenin düne kadar bizzat polis ve adliye tarafından ‘korunduğu’ yönündeydi. Sözcü’de Uğur Dündar’ın üst üste yazdığı birkaç yazı, bu koruma izleniminin arka planı hakkında son derece çarpıcı bir müşteki tanık ifadesini aktarıyordu. Yazıda anlatılanlar doğruysa, balık sahiden baştan kokmuştu.

Fakat belli ki Ankara’daki bu operasyon, bir yeni dönem ve kararlılık mesajı olarak Türkiye’nin dört bir yanında benzer bir ‘temizlik’ bekleyenlere ümit oldu. İlginç biçimde, aslında temizlik de bulaşıcı, bunu görmeye başladık belki de.

Timur Soykan’ın haberi

BirGün gazetesinde Timur Soykan dün ilginç bir mektubu köşesinde yayınladı. Mektubun yazarı herhangi biri değildi, İstanbul’un en önemli iki Cumhuriyet Başsavcısından biri, Anadolu Yakası Başsavcısı İsmail Uçar’dı. Mektubu, kendi amiri konumundaki Hakimler Savcılar Kurulu’na yazmıştı. Yani aslında bir çeşit ihbar mektubuydu savcının HSK’ya yazdığı.

Timur Soykan’ın yazısına jet hızıyla erişim engeli geldiği için bu yazıyı ve mektubu artık okuyamıyorsunuz ama mektup, adliyelerdeki tahliye borsalarını ve diğer büyük kirlenmeyi anlatıyor. (En çarpıcısı ise savcının HSK’ya gönderdiği ihbar mektubunda para karşılığı haberlere erişim engeli getirmekle suçladığı hakimin jet hızıyla Timur Soykan’ın yazısına erişim engeli getirmesi.)

Bu haliyle elbette bir savcının iddiaları bunlar. Savcının İstanbul Emniyeti’ne bu konuda soruşturma açma talimatı verdiği de anlaşılıyor. Soruşturulacak, hakkında iddialar bulunan kişilerin önemli bölümü hakim veya savcı olduğu için ve bu kişiler de polis tarafından doğrudan soruşturma konusu yapılamayacağı için HSK’dan da soruşturmasına destek istiyor.

Mektup neden sızdı?

Tabii burada önemli bir mesele, savcının HSK’ya bu mektubunun medyaya, üstelik de Timur Soykan gibi bu konularda uzun süredir savaş veren bir gazeteciye sızmış olması.

Bu sızıntının anlamı üzerinde de durmak gerekir. Belki de bu mektup/dilekçe, HSK’da işler tıkandığı, onlar üzerinde bir kamuoyu baskısı oluşması için sızdı. (Tabii tam tersi de olabilir, savcının soruşturması daha fazla ilerlemesin diye soruşturulan taraf da dilekçeyi sızdırmış olabilir.)

Ankara’daki Ayhan Bora Kaplan soruşturmasıyla ilgili yazdığımı burada da tekrar edeceğim: Bu soruşturmaların ‘gittiği yere kadar gitmesi’ bana çok zor geliyor; çünkü ‘gittiği yer’ siyaset ve siyasi kişiler olabilir, bu da iktidarı rahatsız edebilir.

Ama öte yandan bugün bu konuların konuşuluyor olması bile, siyasetin bizzat kendisinin de durumdan rahatsız olduğu, hatta ‘Cumhurbaşkanı’nın, bakanların adı kullanılarak rüşvet çarkı çevriliyor’ diye düşünerek tepki verdiği de iddia ediliyor.

Temizlik mi güç savaşı mı?

Bugün T24’te Gökçer Tahincioğlu da bu konuyu yazmış, yaşananları ‘temiz eller operasyonu’ gibi görmediğini, aksine yargıdaki değişik grupların güç çatışması olarak yorumladığını söylemiş. Bence dikkate alınması gereken bir görüş bu.

Ancak eğer ortada gerçekten İstanbul’un Anadolu Yakası Cumhuriyet Başsavcısı’nın başlattığı bir soruşturma varsa, arkadaki niyet ne olursa olsun, bunun ucundan çok önemli şeylerin çıkacağını göz önüne almak gerek.

Savcı İsmail Uçar, mektup/dilekçesinin bir yerinde, yargıdaki bu yozlaşmanın sebebi olarak 15 Temmuz sonrası yargıya doldurulan görece kalitesiz insanları gösteriyor. Bu yorum çok haksız olmayabilir; o dönem Türkiye yargısına çöreklenmiş bir grup feci kötü kalpli FETÖ’cü ekibi temizlerken yerine armudun sapı üzümün çöpü demeden çok sayıda insanı aldı. O yeni kadrolar, bugün yargıyla ilgili yaşadığımız irili ufaklı her sorunun arkasından çıkıyorlar. İktidara yaranma kaygısı, yargısal militanlık ve türlü çeşitli yolsuzluk iddiaları bir arada yaşandı, çoğunlukla da aynı isimlerden söz ettik.

Bakalım yargı kendi kendini temizlemeyi başaracak mı? Bakalım İstanbul Anadolu Yakası Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar’a karşı atak nereden gelecek?

Dilan Polat-Engin Polat meselesi sandığınızdan daha derin

Dilan Polat-Engin Polat meselesi sandığınızdan daha derin

İki magazin figürü, iki sosyal medya fenomeni, Dilan ve Engin Polat.

Sosyal medyada ‘Ne çok paramız var’ diye türlü çeşitli görgüsüzlük gösterileri düzenleyen, hızlarını alamayıp Fenerbahçe’nin voleybol takımlarına sponsor olan bu çiftin kendilerine ‘saygınlık’ ve ‘meşruiyet’ satın almaya çalıştıkları uzun süredir belliydi.

Ama onların bu kadar öne çıkma ve kendilerine bir çeşit ‘dokunulmazlık’ satın alma girişimlerinin nedeni de kolayca anlaşıldı: Savcılık haklarında soruşturma yürütüyordu. Bu soruşturma çerçevesinde düzenlenen MASAK raporundan bazı parçalar hafta içi basına sızdı, 10Haber’de de yayınladık.

Fakat mesele bu çiftin basit bir vergi kaçırma, haksız servet edinme meselesi olmaktan daha büyük anlaşılan.

Açıkçası, şüphelenilen ve esas soruşturulan şey, bu çiftin kara para aklamaya veya kendilerinden çok daha büyük bir vergi kaçırma şebekesine dahil olmalarıyla ilgili.

İddia o ki, bu çift güzellik salonları ve ürünlerinden iddia ettikleri gibi yılda 500 milyon liralık satışı aslında kendileri yapmıyor; bu rakam büyük ölçüde başka şirketlerin vergiden kaçırmak istedikleri paralardan ve çok sayıda vergi dışı kazançtan oluşuyor. Dilan ve Engin Polat da, belli bir komisyon karşılığı bu paraların aklanmasına yardımcı oluyor.

Savcılık soruşturmasını tamamlasın, bakalım neler göreceğiz.

Tayyip Erdoğan 4 gündür ABD’ye sert çıkıyor

Tayyip Erdoğan 4 gündür ABD’ye sert çıkıyor

Suriye’nin Kuzeyinde PKK/YPG hedeflerine yönelik olarak Türkiye tarafından düzenlenen hava harekatının ilk gününde bir Amerikan savaş uçağının Türk SİHA’sını düşürmesi, ilk gün bir ‘operasyon kazası’ olarak değerlendirildi. Türkiye harekatına devam etti, bir daha da böyle bir olay yaşanmadı.

Ben de o ilk günkü tavırdan, Amerika’nın açıkça suçlanmamasından hareketle ‘Demek bu işler bağırmadan çağırmadan da yapılabiliyormuş’ diyen bir yazı yazdım.

Ama bu yazımdan iki gün sonra Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan giderek dozunu yükselten biçimde Amerika’yı eleştirmeye başladı. Önce SİHA’nın düşürülmesinin ‘Devletin hafızasına kazındığını’ söyledi, günü gelince bunun intikamının alınacağını ima etti, ardından doz giderek yükseldi, yükseldi.

Dün ilginç bir gelişme oldu. ABD Başkanı Joe Biden, rutin bir işlem olarak Suriye’deki askeri varlığını uzatma kararnamesini yayınladı. Ama bu kararnamede ABD’nin Suriye’deki askeri varlığının 1 yıllığına uzatılmasına gerekçe olarak Türkiye’nin son operasyonları gösterildi, oysa Başkan Biden’ın böyle bir gerekçeye hiç ihtiyacı yoktu, ‘DAEŞ bölgede varlığını sürdürüyor biz de DAEŞ’e karşı operasyonları sürdüreceğiz’ demesi yeterliydi.

Türkiye’nin Suriye’deki ABD varlığından, daha doğrusu bu varlığın PKK/YPG’ye koruma kalkanı oluşturmasından rahatsız olduğu, bunu kendine bir ‘ulusal güvenlik tehdidi’ olarak gördüğü, hatta zaman zaman ABD’yi ‘hasım ülke’ olarak tanımladığı bilinmeyen bir şey değil.

Ama şimdi Türkiye ile ABD arasında, üstelik de devlet başkanları düzeyinde yeni bir tırmanmaya tanık oluyoruz.

Dikkatle izlemekte fayda var.

Yürü be Cenk, kim tutar seni

Yürü be Cenk, kim tutar seni

Amerikan iç politikasına karşı son 10 yıldır tuhaf bir merakım var. Neden bilmiyorum, bu ülke iç politikasını epey bir detaylı şekilde takibe çalışıyorum ve bu takip sırasındaki haber kaynaklarımdan biri de, Cenk Uygur’un hastası olduğum YouTube kanalı ve podcast’leri.

‘Young Turks’ adlı bu yayınları kaçırmama sebebim, Cenk Uygur’un gözünü budaktan sakınmayan siyasi analizleri. Çoğu zaman onun analizlerinin doğru çıktığını görmek, bende ciddi bir güven duygusu da oluşturdu, itiraf edeyim.

Cenk Uygur dün kendi kanalında açıklamış, Demokrat Parti içinde başkan adaylığı yarışına katılmaya karar vermiş.

Görevdeki başkan yeniden aday olmak isterse genellikle ne Cumhuriyetçi Parti’de ne de Demokrat Parti’de ona karşı rakip çıkar. Ama artık yürümekte, hatta neredeyse konuşmakta zorlanan yaşlı başkan Joe Biden’a ciddi bir tepki var ve Biden ikinci dönem için aday olacağını açıkladığından beri Demokratlar seçimi kaybetmekten çok korkuyor.

En genel analiz şu: Eğer Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Trump olursa belki Biden’ın yeniden seçilme şansı var ama başka bir aday karşısında tutunmasına imkan yok. Biden bu haliyle Demokrat seçmeni sandığa gitmeye motive edemez, bu motivasyon olsa olsa Trump gibi bir kabusun geri gelme ihtimalinde oluşabilir.

Amerika’da seçim sonuçları üzerinde en etkili konu bu: Seçmen motivasyonu.

Cenk Uygun kazanmayı umarak aday oluyor değil; yapmaya çalıştığı şey Demokrat Parti içinde bir iç tartışmayı başlatabilmek. Bakalım becerebilecek mi?