Cumhuriyet’in ilk 100 yüzyılının muhasebesi: Cumhuriyet yüzde 100 başarılı olmuş bir devrimdir!
Yarın Cumhuriyetimiz 100 yaşını dolduracak. Bu geride kalan 100 yılın muhasebesini yaptığımızda tartışacak, ‘Öyle olmasaydı da şöyle olsaydı’ denecek çok şey bulabiliriz. Cumhuriyeti eksik bulabiliriz, fazla bulabiliriz.
Evet, bu detayları tartışmaktan hiçbir zaman çekinmemeliyiz belki ama her zaman gözümüzün büyük resimde olmasında fayda var. O büyük resme baktığımızda da, bir rejim olarak Cumhuriyet’in yüzde 100 başarılı olmuş bir devrim olduğunu görüyoruz.
Cumhuriyet, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu rejimin adıdır. Başka bir şeyin değil.
Bugün, millete ait olan bu egemenliği alıp bir aileye, bir kişiye veya küçük bir gruba vermeyi teklif eden tek bir ciddiye alınabilir siyasi akımın bile bulunmaması, rejimin nasıl kök salıp benimsendiğinin en büyük kanıtı sayılmalı.
Bizde yaygın olarak yapılan hata, ‘cumhuriyetin içeriği’ diyebileceğimiz konular üzerindeki tartışmaların rejim tartışması sanılması.
Bu içerik tartışmalarına bir örnek vereyim: 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan eden ‘Anayasaya açıklık getirme kanunu’yla Anayasaya bir de ‘Devletin dini İslamdır’ maddesi eklendi. Yani daha önce yoktu!
Bu madde 1924 başındaki kapsamlı Anayasa değişiklikleri sırasında da varlığını korudu. Sonra 1928 yılında yapılan anayasa değişikliğinde bu madde oradan çıkarıldı ve bir daha da hiçbir zaman eklenmedi.
1937 yılında Anayasaya laiklik ilkesi eklendi ve bu ilke bugün dahil Anayasamızda yazar, hatta 1960’dan beri bu ilke ‘Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek’ şeyler arasında.
Devletin bir dini olması veya devletin laik olması, Cumhuriyet rejiminin özüne değil içeriğine ilişkin bir tartışma. Bu tartışma zaman zaman canlanır ve hararetle yapılır, zaman zaman ise söner gider, unutulur.
Türkiye’de Anayasaya yeniden ‘Devletin dini İslamdır’ yazılmasını açık açık isteyen hiçbir siyasi parti yok. (Olamaz zaten, çünkü bu o parti için kapatılma sebebi sayılır.) Tartışmalarımız genellikle Anayasada yazılı laiklik ilkesinin nasıl uygulanacağı ve nasıl yorumlanacağı hakkında. Son dönemde bu tartışmaya artık çok daha az rastlıyoruz; görece bir uzlaşma sağlanmış gibi duruyor siyasi taraflar arasında.
Ama bir dönem laikliği tartışmak ‘Cumhuriyet ve rejim düşmanı’ olarak nitelenmeyi beraberinde getiren bir şeydi. Oysa diyorum ya, konunun rejimle ilgisi yok, konu Cumhuriyetin içeriğiyle ilgili ve siyasi.
Cumhuriyet’in içeriğine ilişkin bir başka önemli tartışma kuvvetler ayrılığı prensibiyle, yani doğrudan rejimin demokratik karakteriyle ilgili.
10Haber’deki ‘Cumhuriyet’e 100 Gün’ dizisini okuduysanız biliyorsunuz, ‘Atatürk’ün muhalifleri’ diye adlandırılan grup, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi isimlerin tamamı, Kurtuluş Savaşı boyunca Atatürk’ün en yakınında olmuş, bu savaşın kazanılmasında büyük roller oynamış insanlar.
Atatürk bu isimler için Nutuk’ta ‘Saltanatçı’ ve ‘Hilafetçi’ gibi suçlamalarda bulunuyor ama o isimlerden hiçbiri ne saltanatçılık ne de hilafetçilik yaptı. Onlar daha çok Atatürk’ü ve partisini ‘denetlemek’ten, yani kuvvetler ayrılığı ve demokrasiden söz ediyorlardı.
Mustafa Kemal Atatürk ise çok sayıda konuşmasını bulabilirsiniz, kuvvetler ayrılığı fikrine şiddetle karşıydı, devrimciydi ve devrimlerini kimseye hesap vermeden, denetlenmeden yapmak, uygulamak istiyordu.
Peki o zaman 100 yıl sonra kuvvetler birliğini savunup uygulamak ‘Atatürkçü olmak’ anlamına geliyor?
Bugün Cumhuriyet’imizin içeriğini ‘demokrasi ile doldurmak’ istediğimizde, Atatürk karşıtı mı oluyoruz?
Laiklik tartışmalarında Ak Parti ile CHP’nin konumları belli. Peki kuvvetler ayrılığı tartışmalarında nasıl bu konumlar? Tam tersi. Hangisi daha Atatürkçü? Bu elbette saçma bir anakronik tartışma.
Türkiye’de siyaset, maalesef çoğu zaman bu saçma düzlem üzerinde berbat bir sembol kullanma alışkanlığıyla yapılıyor, olan da Atatürk’ün kendisine oluyor.
Oysa Atatürk bugün toplumda siyaset üstü, tartışılmayacak büyüklükte bir sevginin hedefi olan bir figür.
Belki de siyasetçiler gerçek meseleleri konuşmak yerine bu gölgenin gölgesi niteliğindeki sembolik tartışmaları yaparak bizi uyutuyorlar.
Cumhuriyet devrimleri konusu da böyle. Bu devrimlerin tamamı bugün durmuş oturmuş ve tartışmasız benimsenmiş devrimler. Zaman zaman sanki birer entellektüel egzersizmiş gibi başlatılan tartışmaların hepsinin kısa sürede sönüp gitmesi de bundan zaten.
Geçen gün de yazdım, Cumhuriyet’in temel hedefi, ‘Çağdaş uygarlıkların seviyesini yakalamak, hatta geçmek’tir. Bu hedef Türkiye’de hiçbir zaman siyasi partiler arasında tartışma konusu olmamış, ‘Ne gerek var çağdaş uygarlıkların seviyesine çıkmaya’ diyen tek bir kişi bile çıkmamıştır. Her siyasi parti ve siyasetçi, iktidara gelirse bu hedef yönünde ilerleyeceğini söylemiş ve üstelik bunu kendince yapmaya da çalışmıştır.
Ama elbette Cumhuriyet aynı zamanda bir yeni toplum yaratma fikridir. Bugün aradan 100 yıl geçtiğinde o yeni toplumun ortaya çıktığını, ‘Türk milliyetçiliği’ fikrinin farklı farklı derecelerde olmakla birlikte bir biçimde hepimizin DNA’sına kadar girdiğini görüyoruz.
O yüzden büyük bir özgüvenle söylüyorum: Yarın 100. yaş gününü kutlayacağımız Cumhuriyetimiz bu ülkede yüzde 100 başarılı olmuş, yüzde 100 benimsenmiş bir büyük devrimdir.
Yaşasın Cumhuriyet!