30-10-2023
İsmet Berkan

Bizim 100 yıllık siyasi kavgamıza yeni bir bakış getiren kitap: Neden 29 Ekim?

Bizim 100 yıllık siyasi kavgamıza yeni bir bakış getiren kitap: Neden 29 Ekim?

Cumhuriyeti kuranlar, yani başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere yakın çalışma arkadaşları zaten tanımları gereği devrimci ve cumhuriyetçiydi; peki en azından 1921 yılının ortalarından, yani Kurtuluş Savaşı’nın belki en kritik aşaması olan Sakarya Meydan Savaşı öncesinden itibaren Mustafa Kemal’in yaptığı her şeyde tereddüt yaşayanlar Cumhuriyet düşmanı ve gerici miydi?

Biraz uzun ve karışık bir cümle oldu.

Daha Erzurum Kongresi’nden itibaren, Mustafa Kemal’i lider olarak benimsemekte ve onun hedeflerinden kuşku duymakta olan insanlar var.

Bugün uzaktan baktığımızda onların hepsini ‘Atatürk muhalifleri’ olarak niteliyoruz ama onlar tek bir torbaya girecek insanlar değiller; kendi aralarında ciddi farklar var. 

İçlerinde evet hatırı sayılır bir grup saltanattan da ama daha çok hilafetten de vazgeçmek istemeyenlerden oluşuyor.

Ama bir de, saltanat ve hilafetle ilgili kaygılarından çok Mustafa Kemal’in bir ‘İkinci Enver Paşa’ olmasından korkanlar var. Onlara ne isim vereceğiz?

Kendisine karşı eleştirel tutum içine giren herkesi aynı torbaya atan ve bunların tamamını ‘Cumhuriyet düşmanı’ ve ‘Hilafet yanlısı’ olarak niteleyen isim bizzat Mustafa Kemal’in kendisi.

Nutuk’ta Atatürk bazı isimleri uzun uzun ve oldukça sert bir dille eleştirir. Bu isimler içinde Mustafa Kemal’in eleştirilerini hak edenler olduğu gibi bu kadar ağırını hak etmeyenler de var.

Örneğin, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele…

Mustafa Kemal bu isimleri ‘gerici’ olmakla suçlar, onların cumhuriyet düşmanı olduklarını sert ifadelerle dile getirir, içlerinden asker olanların askerlik yeteneklerini yerden yere vurur.

Oysa Kazım Karabekir, Doğu Cephesi komutanı olarak Türkiye’nin bugünkü Doğu sınırları çizen, Ermenistan ordularını ağır bir yenilgiyle geri çekilmeye zorlayan ve Ankara hükümetinin ilk uluslararası antlaşmasını (Gümrü) yaparak Ankara’nın uluslararası meşruiyet kazanmasını sağlayan isimlerin önde gelenidir.

Rauf Orbay, Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu dönemlerinde ve Lozan Antlaşması’nın pazarlıklarının yapıldığı dönem boyunca Başbakandır.

Refet Bele, Mustafa Kemal’in bizzat kendi yakın ekibinde Samsun’a birlikte çıktığı askerlerden biridir. Mudanya Mütarekesi sonrasında Atatürk onu İstanbul’a komutan olarak yollar. İstanbul’da işgalin sona ermesini o kontrol eder bir yıl boyunca.

Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal Anadolu’ya çıktığında dayandığı iki önemli komutandan biridir (diğeri Kazım Karabekir). Kolordusuyla bütün Orta Anadoluyu ve Batı Anadoluyu o kontrol etmektedir. Kurtuluş Savaşı’nın önemli bir bölümünde savaş düşmana karşı olduğu kadar iç isyanlara karşı da yapılmıştır. Bu isyanları bastırmakta Cebesoy’un önemli rolü olmuştu.

Onun Çerkes Ethem’le fazla yakınlaştığını düşünen Atatürk, Cebesoy’u Batı Cephesi Komutanlığı görevinden alıp Moskova’ya Büyükelçi olarak gönderdi. Bu geri plan görevi bile çok önemliydi, Cebesoy, Sovyetler Birliği’nden gelen para ve silah yardımını koordine etti.

Bu isimlerin tamamı, Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nı başlatan ünlü Amasya Genelgesi’nde de imzası olan isimler, yani Atatürk’ün çok yakınları.

Ne oldu da Atatürk ile bu yakın arkadaşlarının arası açıldı?

Bu sorunun cevabı, Türkiye’nin iç politikasındaki 100 yıllık ana bölünmenin de arka planı aslında.

Mustafa Kemal Nutuk’ta eski arkadaşlarıyla arasının açılmasını, onların kendi yaptığı reformlara zaman içinde ayak uyduramamasından kaynaklandığını söylüyor. İsmet Paşa’nın anılarında da benzer bir yorum yapılıyor, hatta İsmet Paşa bu isimler için ‘Onlar da reformcudur ama Osmanlı reformcusudur’ diyor. Bu soruya en çarpıcı yanıtlardan birini Falih Rıfkı Atay ünlü Çankaya’sında veriyor: 

‘Artık bir tarafta hainler ve saraycılar, bir yanda milliyetçiler ve istiklalciler yoktu. Ayrılık, bu sonuncular arasındaydı. (….) Bu ayrılık daha derindir. Çünkü ihtilalcinin karşısında basit bir gericilik ayaklanışı yoktur.’

Soruya geri dönelim: Ne oldu da Atatürk ile bu yakın arkadaşlarının arası açıldı?

Gazeteci, belgeselci, hukukçu ve tarih araştırmacısı Taha Akyol’un bu soruya bir cevabı var. Yeni çıkan kitabı ‘Neden 29 Ekim-Cumhuriyet’in İlanına Giden Yol’da (Doğan Kitap) Taha Akyol, ayrılığın arkasındaki sebebin kuvvetler ayrılığı-kuvvetler birliği tartışması olduğunu, Atatürk’ün yakın arkadaşlarının onun ‘Enver Paşa gibi diktatör olmasından’ çekindiklerini ve onu hukuki denetim altına almak için gayret sarf ettiklerini anlatıyor.

Taha Akyol’un kitabı, Cumhuriyet döneminin bu ilk ve aslında bugün de güncelliğini koruyan en temel siyasi bölünmesinin arka planını çok değerli bir araştırma ve çabanın sonunda anlatıyor.

Cumhuriyet’in siyaset tarihi: Gölgeler yerine gerçeklerle konuşmak

Cumhuriyet’in siyaset tarihi: Gölgeler yerine gerçeklerle konuşmak

Taha Akyol, kitabını neredeyse yayınlanır yayınlanmaz bana da gönderdi. İki günde okudum kitabı ve kendisiyle Karar gazetesinin YouTube kanalı KararTV’de de yayınlanan bir söyleşi yaptım. 

Cumhuriyet ilan edildikten bir yıl sonra, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar gibi isimler, Meclis’teki Halk Fırkası Grubunda İsmet Paşa hükümetiyle ilgili bir gensoruda güvensizlik oyu veren bir grup milletvekiliyle birlikte ‘Cumhuriyet Fırkası’ adıyla bir parti kurmak istediler.

Halk Fırkası, parti ismi olarak tek başına ‘cumhuriyet’ kelimesinin kullanılmasını yasaklayan bir kanun çıkardı ve bu arada kendi adını da ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’ olarak değiştirdi. Bunun üzerine muhalif parti kurmaya çalışan ekip de ‘Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ adını benimsedi.

Mustafa Kemal, Nutuk’ta bu partinin adında ‘cumhuriyet’ kelimesinin geçmesini ağır sözlerle eleştirir, onların ‘cumhuriyetçi’ olmadığını, cumhuriyete karşı olduğunu söyler. Terakkiperver, yani ‘İlerlemeci’ Cumhuriyet Partisi çok kısa ömürlü olur, 6 ay içinde kapatılır, kurucuları İzmir Suikastı davasında idamla yargılanır.

Atatürk tarafından kurdurulduğu halde ömrü daha da kısa süren Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı saymazsak, ülkede yeniden gerçek bir muhalefet partisinin kurulmasına izin verilmesi ancak 1946 yılında mümkün olur.

1946 yılında CHP’nin kendi içinden çıkan bu muhalefet partisine tepkisi Atatürk’ün ilk tepkisinden farklı olmaz: Bunlar Cumhuriyet düşmanı…

Dikkat edin, o günde bu yana CHP’nin kendi karşısındaki partilere tepkisi hep budur: Onlar Cumhuriyet düşmanı.

Evet ama CHP’nin bu tepkisine göre 1950 yılından beri bu ‘Cumhuriyet düşmanı’ partiler Türkiye’de iktidarda, hele son 21 yılda sadece ‘Cumhuriyet düşmanı’ değil aynı zamanda ‘gerici’ bir parti iktidarda.

Yine de daha dün Cumhuriyetimizin 100. yılını kutladık. Cumhuriyet rejimi yerinde duruyor. Halifeliği geri getiren veya Cumhuriyet’i pozitif hukuktan vaz geçip İslam hukukuna döndüren de olmadı, Anayasaya ‘devletin dini İslamdır’ cümlesini yazmaya kalkan da…

Ülkemizdeki siyasal kutuplaşmanın temeline belki de dönüp yeniden bakmamız lazım. O yüzden Taha Akyol’un kitabı gerçekten akıl açıcı.

Vahdettin Köşkü yerine Dolmabahçe’den selamlasa olacak mıydı?

Vahdettin Köşkü yerine Dolmabahçe’den selamlasa olacak mıydı?

Türkiye’de siyasetin ve Ak Parti’ye karşı muhalefetin Atatürk sembolü üzerinden yapılması alışkanlığı, zaman zaman çocukça boyutlara ulaşıyor.

Erkan Mumcu’nun Kültür Bakanlığı döneminde Vahdettin Köşkü’nü yakından görmüş ve hayran kalmıştım. ‘Hain’den başka bir sıfat yakıştıramadığım Vahdettin’in şehzadelik günlerindeki evi olan bu köşk turizme kazandırılacaktı ama biliyorsunuz Başbakanlık orayı aldı, tarihi eser olan güzelim ahşap köşkü yıkıp yerine de bence çok çirkin bir betonarme yapı dikti. Tayyip Erdoğan burayı 2014’ten beri İstanbul’daki ofislerinden biri olarak kullanıyor. (Diğer ofisleri Huber köşkü, Beylerbeyi Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı içindeki binalarda.)

Cumhuriyetin 100. yılı kutlamalarında İstanbul Boğazı baş sahneydi. Boğazdan 100 gemilik donanma konvoyu geçti, aynı sırada savaş uçakları uçtu, Türk Yıldızları gösteri yaptı. Gece de Boğazda muhteşem bir havai fişek gösterisi ve dronlarla yapılan bir ışık gösterisi vardı. Sahiden güzeldi hepsi.

Muhalif medya, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan için imalı ‘Donanmayı Vahdettin Köşkü’nden selamlayacak’ diye başlıklar attı. Yani Erdoğan aslında Vahdettin taraftarıydı.

Peki nereden selamlasa daha iyi olurdu? Dolmabahçe Sarayı kimin sarayıydı? Vahdettin, Türkiye’den kaçarken o sarayın rıhtımından binmemiş miydi İngiliz savaş gemisine?

Vahdettin Dolmabahçe sarayından işgal donanmasını gördü 5 yıl boyunca. Tam da 100 yıl sonra onun adıyla anılan bir başka toprak parçasından Cumhuriyet’in zaferini selamlamak, tam tersine çok daha anlamlı değil mi? Tayyip Erdoğan selamlama yeri olarak bu köşkün bulunduğu yeri seçerken tam benim söylediğimi mi düşündü bilmiyorum ama bana çok daha anlamlı geldi burası.

Yargıda sahiden tuz da kokmuş galiba…

Yargıda sahiden tuz da kokmuş galiba…

İstanbul Anadolu Yakası Adliyesi Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar’ın Hakimler Savcılar Kurulu’na yaptığı ihbar sonrası başlayan yargı tartışmamız herkesin malumu artık.

Savcıya göre aralarında bazı hakimlerin de bulunduğu isimler rüşvet alıyor, rüşvet karşılığı tahliye kararları ve iletişimin engellenmesi kararları veriyor.

Bu iddialar için HSK’nın görevlendirdiği müfettişler çalışırken savcının ihbarında adı geçen hakimlerden biri olan ağır ceza hakimi Sidar Demiroğlu rakip suç duyurularında bulunmaya başladı.

O da savcının rüşvet aldığını, rüşvet karşılığı bir boşanma davasının delillerini yok ettiğini, özel uçaklara bindiğini, özel localarda maç seyrettiğini öne sürüyor.

İşin fenası şu ki, bu iki isim de halen işten el çektirilmiş değil. İkisi aynı adliyede çalışmaya da devam ediyor.

O savcının soruşturmalarına, o hakimin kararlarına gölge düşme olasılığı HSK’yı pek korkutmuyor anlaşılan.