14-12-2023
İsmet Berkan

İklim, sizin değilse de bütün akıllı yatırımcıların umurunda!

İklim, sizin değilse de bütün akıllı yatırımcıların umurunda!

Almanya’da 80’li yıllarda ‘Yeşiller’ adıyla bir siyasi hareket doğduğunda çoğu Marksist gelenekten gelen Türkiyeli aydınların nasıl şaşırdığını çok iyi hatırlıyorum.

Şaşıranlar sadece Marksist gelenekten gelenler değildi, muhafazakar geleneğin sağ aydınları da benzer şekilde şaşkındı.

Çünkü sağcı veya solcu Türkiyeli aydınlar için hayat çok kolaydı: İdeolojik çekişme veya farklılık anti-komünist olmakla sosyalizmin çeşitli renkleri arasında olmak arasındaydı.

Sağ aydınlar işin kolayına kaçtı, Yeşiller hareketinin de temelde sosyalist olduğuna karar verdi. Sol aydınlar ise ne diyeceğini bilemedi; bir yandan Yeşiller hareketinin kapitalizm eleştirilerini yerinde buluyorlardı ama bir yandan da hareketin kapitalizmle nihai bir savaş öngörmemesine şaşırıyorlardı.

Dünya için endişelenmek, hava kirliliği veya deniz-nehir kirliliğini bir siyasi programın konusu yapmak, atmosferimizi bozduğumuzu söylemek, asit yağmurlarından söz etmek ülkemiz aydınına göre siyasi mücadele konusu olamazdı.

Almanya’daki Yeşiller hareketi geçen 40 yılda çok değişim geçirdi, dönüştü. Bugün başladığı yerde değil; artık ülke yönetmek iddiasında. Zaten bu yazının konusu da Yeşiller hareketi değil, sadece başlangıç noktamız bu hareket.

‘Çevrecilik’ Türkiye’de hep küçümsenen, marjinal olmakla bir tutulan bir şey oldu 80’ler, 90’lar, hatta 2000’lerin ilk 10 yılı boyunca.

Ama bakın bugün Türkiye’nin en etkili ve güçlü çevreci sivil toplum örgütü WWF’in bütün yönetimi Türk iş dünyasının en önde gelen isimlerinden oluşuyor. TÜSİAD artık bir nevi çevreci WWF ve sahiden önemli, faydalı işler yapıyor.

Nasıl oldu bu değişim, dönüşüm? Ne oldu da kapitalizm ‘çevreci’ olmayı kabul etti, kabul etmek ne demek, herkesten çok benimsedi?

Bu sorunun cevabı ‘sürdürülebilirlik’ kavramında yatıyor.

Düşünün, babadan, dededen kalma bir işiniz var veya siz işinizi dişinizle tırnağınızla kurdunuz. Peki bu işi kızınıza, oğlunuza, torunlarınıza devredebilecek misiniz?

Eğer çimento üretiyorsanız, gübre üretiyorsanız mevcut yöntemlerle işinizi sürdüremezsiniz örneğin. Eğer iplik boyuyorsanız bunu kazanlarınızı kömür yakarak ısıtmaya devam ederek yapamazsınız. Seramik fabrikanızın fırınlarını doğal gazla ısıtamazsınız.

Çünkü dünyamız fosil yakıt çağının sonuna çoktan geldi. Nihayet önceki gün bunu resmen bir uluslararası anlaşmaya da yazdı dünya.

İnsan var olduğundan beri doğa ile mücadele halinde ama bazı doğa olayları var, onlarla mücadele edemezsiniz. Depremi engelleyemezsiniz ama depreme dayanıklı bina yapabilirsiniz örneğin.

İklim değişikliği de böyle. Biz insanlar iklimi kendi normal değişiminin ötesinde değiştirdik. Bunu son 200 yılda becerdik. Evet, milyarlarca yılda oluşmuş iklim dengesini sadece 200 yılda bozduk.

Şimdi bozduğumuzu ağır aksak düzeltme arayışındayız. Hiçbir zaman tam olarak düzeltemeyeceğiz ama hiç değilse verdiğimiz hasarı artık vermemeye başlasak iyi olacak.

İklimi bozduğumuzu aslında 1960’lardan beri, yani 60 yıldır biliyoruz. Doğanın bir biçimde yakalayıp toprağın altına gömdüğü karbondioksiti (yani petrol, gaz ve kömür gibi fosil yakıtları) oradan çıkartmaktan ve atmosfere salmaktan vazgeçmemiz gerektiğini biliyoruz.

Ama daha yeni yeni, 2015’teki Paris Anlaşması’ndan beri ağır ağır hareket ediyoruz. Nihayet bu yıl Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki iklim zirvesinde ‘fosil yakıt kullanımına son vermeyi’ adıyla da anarak bir anlaşmaya yazabildik.

Dünya enerji kullanımını da, üretimini de yeni baştan ele almak ve bu düzeni baştan sona değiştirmek zorunda. Temel bir tek enerji kaynağımız var: Elektrik.

O elektriği de fosil yakıtları yakarak elde etmekten vaz geçmeyi nihayet bir uluslararası anlaşmaya yazmayı başardı insanlık. Çok ama çok geç kalınmış bir adım, ama yine de önemli bir adım.

Zaten o yüzden dünyanın ve Türkiye’nin bütün akıllı yatırımcıları elektriği sürdürülebilir yollardan üretmek için deli gibi yatırım yapıyor son 20 yıldır.

Herkes bugün elektriğin çok pahalı olmasına bakıyor ve ‘Fosil yakıtları terk edemeyiz’ diye düşünüyor, ama fena yanılıyor: Tam tersine, bugün yapılan yatırımlar sayesinde elektriğin maliyeti de fiyatı da gelecekte çok ama çok düşecek.

Dubai’deki zirvede Suudi Arabistan, Irak gibi petrol üreticisi ülkeler veya Hindistan ve Nijerya gibi hızlı gelişim gösteren ülkeler fosil yakıtlardan çıkışı öngören anlaşmayı engellemeye çalıştı ama tek yapabildikleri anlaşmayı kelimelendirmeyi biraz yumuşatmak oldu. Anlaşma ülkelerin yenilenebilir elektrik üretim yatırımlarını 10 yılda üçe katlamasını da öneriyor.

Havalar çok ısındığında iklimden şikayet etmeyi ‘iklim için endişelenmek’ sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. İklim değişimi dünya üzerindeki her canlıyı ilgilendiriyor ve en önce biz insanların harekete geçmesi gerekiyor.

İçimizdeki yatırımcıların bir bölümü harekete geçti bile.

Kalıcı yaz saatiyle ilgili karışık duygularım var

Kalıcı yaz saatiyle ilgili karışık duygularım var

İnsanlık yüzbinlerce yıl boyunca doğayla uyumlu bir tempoda yaşadı. Gün hava aydınlandığında başlıyor, karardığında sona eriyordu.

Sanayi devrimi her şeyi değiştirdi. İnsanın her şeyi ölçme merakı zamana da sıçradı, zamanı hassas ölçerken ortaya demiryolu diye bir ulaşım imkanı çıktı. Trenlerin her yerde aynı zamanda kalkması ihtiyacı da saatleri yerel olmaktan çıkarıp önce ülke çapında, sonra da giderek dünya çapında standart olmaya zorladı.

Artık takvimdeki eski günün yaprağını akşam ezanıyla koparıp yeni yeni güne başlamıyoruz. Yeni gün ‘gece yarısı’ denen bir saatte başlıyor.

Uçak tarifeleri, uydu haberleşmesi derken dünyanın tamamı standart bir saat benimsedi, 00.00 noktası Londra yakınlarından geçen Greenwich meridyeni oldu, her ülke de kendi saatini bu meridyene göre ayarladı. Türkiye’nin saat ayarı GMT + 2 idi.

Derken 70’li yıllardaki petrol kriziyle ‘enerji tasarrufu’ akla geldi. Biri ‘Gün ışığından daha fazla yararlanma’ diye bir fikir ortaya attı.

Uygulaması son derece saçma oldu: Gün ışığının zaten en uzun olduğu yaz aylarında sabahtan 1 saati aldık akşama ekledik, yani havanın kararmasını kolumuzdaki saate göre geciktirdik.

Bu son derece saçma bir uygulama ve bütün dünya bundan vazgeçmeyi konuşuyor ama Türkiye bu konuda öncülük yaptı, 2016 yılında o zamanın Enerji Bakanı Berat Albayrak o saçma yaz saatini, yani sabahtan aldığımız 1 saati akşama eklemeyi kalıcı hale getirdi. Oysa yanlış biçimde mefhumu muhalifinden giderek ‘kış saati’ diye adlandırılan ama aslında ‘normal’ saatimiz olan saati kalıcı kılmalıydı.

7 yıldır kış aylarında karanlıkta uyanıyor, karanlıkta işimize veya okulumuza doğru yola çıkıyoruz. Evet akşamları hava daha geç kararıyor, ama sonuç olarak Türkiye’nin saat dilimini değiştirdik, GMT +2’den GMT+3’e getirdik, bunun da başka sakıncaları var.

Saatlerin sabit olmasına hiçbir itirazım yok, dediğim gibi dünya da bu saat değiştirme işinden vazgeçmeyi konuşuyor zaten. İtirazım Türkiye için seçilen saat dilimine.

Meselenin enerji tasarrufuyla ilgisi son derece sınırlı. Aydınlanma amaçlı elektrik tüketimi çok da yüksek değil aslında. Mesele genel olarak halkın moraliyle ilgili.

Hangisi daha çok moral bozar: Sabahları karanlıkta uyanıp yola çıkmak mı, akşamları havanın çok daha erken kararması mı?

Keşke hükümet bu inadından vazgeçse…

Belediyenin derdi keşke trafik olmasa…

Belediyenin derdi keşke trafik olmasa…

İstanbul Büyükşehir Belediyesi dün Sürdürülebilir Kentsel Ulaşım Planı adıyla bir plan açıkladı. Plan, eğer hayata geçebilirse önce İstanbul’un sur içi diye anılan bölgesinde, yani Fatih ilçesi sınırlarında uygulanacak. Bu bölgeye özel taşıt aracıyla girmek ücretli olacak.

Tabii, trafik sıkışıklığı İstanbul’un çok büyük bir derdi, belediye de projesini tanıtırken projenin amacının trafiği rahatlatmak olduğunu söyledi.

Keşke böyle demeselerdi.

Çünkü, belki farkındasınız belki değilsiniz ama İstanbul’un en önemli sorunu trafik sıkışıklığı değil, soluduğumuz havanın kalitesi.

Hava kirliliğinin başlıca sebebi ise trafikte duran araçlar, yani sıkışıklık.

Derdimiz trafik değil hava kalitesi olmalı. Hava kalitesini düzeltmek için de yola çıkan taşıt sayısını azaltmaya, insanların özel araçlarıyla şehre girmesini caydırmaya çalışsak keşke.

Bakın, yıllardır Londra’nın merkezine girmek ücretli. Bu uygulama giderek fosil yakıt tüketen araçlara yönelik ciddi bir cezalandırmaya da dönüştü, eğer aracınız dizel veya benzinliyse daha çok ücret ödüyorsunuz, elektrikliyse çok daha az.

New York benzer bir uygulamaya başlamak üzere. Başka büyük kentler de aynısını yapıyor.

Ama hepsinde hedef solunan havanın kalitesini arttırmak, trafik sıkışıklığını önlemek değil.