25-01-2024
İsmet Berkan

Diyanet, kendisine Vatikan’ı ve Katolik Kilisesini örnek alsa daha iyi eder

Diyanet, kendisine Vatikan’ı ve Katolik Kilisesini örnek alsa daha iyi eder

Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ile imzaladığı ‘Değerler Eğitimi’ protokolünü genişletmiş; şimdilik 10 il ve ilçede yerde pilot uygulaması yapılacak, isteyen aileler ilkokul 3 ve 4. sınıfa giden çocuklarını hafta sonları belirlenen camilere yollayıp orada ders çalışmalarını, sonra da öğlen namazını kılıp eve geri dönmelerini sağlayabilecekmiş.

Anlayacağınız Diyanet İşleri Başkanlığı yaşları 8-9-10 arasında değişen çocukların camiye adım atmasını istiyor; ümit ediyor ki bu çocukların hiç değilse bir bölümü ömrü boyunca camiye gidip gelmeye devam eder!

Modern zamanların problemleri bunlar. Türkiye elbette dini inancı yüksek bir toplum ama toplumda modern kapitalist hayatın ilişkileri giderek daha fazla yer tutuyor. İnsanlar giderek daha fazla ‘site’lerde çok katlı binalarda yaşıyor, toplumda kaçınılması zor bir bireysel yalnızlaşma yayılıyor.

Bu da beraberinde sosyolojik değişmeyi ve gündelik hayatın temposundaki farklılaşmayı getiriyor.

Namaz vakti herhangi bir camiye gidin, içeride cemaat diye kaç kişi var? Evet, cuma namazlarında camiler dolup taşıyor ama çoğu dindar namaz vaktinde camiye gidemiyor, onun yerine seccadesini açıp evinde veya iş yerinde namazını kılıyor.

Cami cemaatindeki bu azalma Diyanet’e kaçınılmaz biçimde alarm verdiriyor. Onlar da cemaati arttırma, camiye gelip gidenlerin sayısını çoğaltma çareleri arıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’na gidip protokol imzalamak, ailelerin küçük çocukları camiye yollamasını ummak aslında işin kolayına kaçmak. Orada hazır insan kaynağı var, onlar gelsin.

Sanmayın ki cemaat kaybı sadece Türkiye’de ve İslam dininde yaşanıyor. Bu sorunu bizden çok önce Batı dünyası yaşadı. Hıristiyan aleminde de kilise cemaatleri azaldı. Ki orada ibadet İslam’a göre daha kolay: Haftada bir gün, o da pazar sabahı kiliseye gitmek yeterli cemaat olmak için.

Kiliseye gelenlerin sayısı azalmaya başlayınca Protestan kiliselerinde rahiplerin rolü arttı. Rahipler kiliselerinden çıktı, toplumun içinde de çalışmaya başladılar. Amaçları dini veya ahlaki, hatta psikolojik konularda mümkün olduğu kadar çok insanı kiliseye danışmaya çağırmaktı.

Protestan kiliseleri bulundukları mahallelerde bir çeşit ‘toplum merkezi’ gibi de çalışır oldu. Buralarda doğum günleri, partiler, kutlamalar, psikolojik grup terapileri, fakir fukaraya yemek dağıtma, giysi dağıtma gibi şeyler yapılır oldu.

Ama herhalde en büyük güçlüğü Katolik kilisesi yaşadı. Çok daha katı kurallarla yaşayan bu kilise aslında son derece yaygın bir eğitim kurumları sistemine de sahip. Ülkemizde bile Katolik kilisesi tarafından yönetilen okullar var. Bu okullar bizdeki imam hatip liselerinin bir versiyonuydu geçmişte, ama zamana uydular, giderek daha seküler oldular.

Katolik kilisesi ancak ürkek adımlarla modernleşmeye çalıştıktan, bir zamanlar kapısından sokmak istemediği homoseksüeller dahil herkesi kapsamayı ister hale geldikten, ama en önemlisi bulundukları ülkelerde güncel siyasi tartışmaların tarafı olmaktan vazgeçtikten sonra arttırmaya başladı yeniden cemaatini.

Çok uzun yüzyıllar boyunca sadece ruhani değil dünyevi güçlere de hakim olmaya, dünyevi işleri de yönetmeye çalışan Katolik kilisesinin son 50 yıldaki değişimi gerçekten çok büyük. 

Kilise nihayet, toplumları yatay veya diken bölen siyasi konularda taraf olduğunda kapsayıcılığının azaldığını, cemaat kaybettiğini veya cemaate yeni insan kazanamadığını fark etti; değişmeye mecbur kaldı. Şu anki papa, herhalde gelmiş geçmiş en reformcu papa.

Bilmiyorum bizim Diyanet İşleri Başkanlığımız cami cemaatini arttırma konusunda bu Batılı örneklere bakıyor, oralardan kendine uygulanabilir şeyler ve dersler çıkarıyor mu?

Bir gözlemimi yazmama izin verin: Bugünkü Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş gelmiş geçmiş Diyanet İşleri Başkanları içinde gündelik siyasete herhalde en yakın duranı, en kökten dincisi, dolayısıyla da en çok tartışılanı.

Şahsen öne çıkmayı seviyor, sürekli bölge toplantıları yapıp bir yandan cami cemaatlerinin artması için bir yandan da imam ve müezzinlerin toplumsal görünürlüklerinin ve toplum içindeki rollerinin artması için çalışıyor. Milli Eğitim Bakanlığı ile, Sağlık Bakanlığı ile, Adalet Bakanlığı ile yapılan protokoller Erbaş’ın bu çalışmalarının, dinin gündelik hayattaki rolünü arttırma çabasının sonuçları.

Ancak bu çabaların sonuç vermesinin önündeki en büyük engel de Ali Erbaş’ın kendisi aslında. Onun siyasi iktidarın parçası olarak görülmesi yaptıklarının da iktidar içi bir anlaşma gibi algılanmasına, Erbaş’ın adının da sık sık siyasi tartışmaların içinde anılmasına neden oluyor. Bu da Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapsayıcılığını sınırlıyor, umduğu kadar cemaat kazanamıyor.

Siyasetle bu kadar iç içe bir Diyanet kaçınılmaz biçimde siyasi kutuplaşmanın ve kültür savaşının da parçası haline geliyor.

Vatikan bu yanlıştan döndü, bakalım Diyanet ne zaman dönecek?

Hissedilen hava sıcaklığı ile hissedilen enflasyon

Hissedilen hava sıcaklığı ile hissedilen enflasyon

Eşimle evde sürekli bir çekişme konusu. O telefonunda her gün dünyanın dört bir yanından onlarca yerin hava durumunu takip ediyor ve bazen bir yerin ne kadar soğuk olduğunu, bazen de ne kadar sıcak olduğunu söylüyor. Söylerken her seferinde telefonda özellikle belirtilen ‘hissedilen hava sıcaklığı’nı belirtmeyi de ihmal etmiyor.

Ben de ‘hissedilen hava sıcaklığı’ ne demektir, anlamıyorum. Adı üstünde ‘hissedilen’ bir kere; sizin hissettiğinizle benim hissettiğim farklı olabilir. Dolayısıyla standart bir ‘his’ nasıl bulunabilir, bilemiyorum. Oysa hava sıcaklığı, termometrenin ölçtüğü şey, o bana bir şey ifade ediyor.

Benzer bir durum şimdi enflasyonda da var. Türkiye İstatistik Kurumu’nun rakamlarına epeydir inanmıyoruz, en azından bu rakamları şüpheyle karşılıyoruz. Haksız da değiliz; Karar gazetesinde İbrahim Kahveci defalarca rakamlarıyla yazdı, örneğin TÜİK’in giyim kuşam enflasyonuna ilişkin rakamlarla İstanbul Ticaret Odası’nın giyim kuşam enflasyonu rakamları arasında dehşet verici bir fark var.

Aslında benzer tartışma enflasyon yükselince Batı ülkelerinde de yaşandı. Sokaktaki bireylerin gündelik hayatında hissettiği hayat pahalılığı ile ülke çapında açıklanan istatistik arasında fark var.

TÜİK algıladığımız enflasyonu belirlemeye çalışmış. Kendi açıkladığının iki katı çıkmış. Hepimiz ruh hastası kötümserler olamayacağımıza göre algılarımızla gerçek arasında bu kadar büyük mesafe olmaması gerekiyor aslında. Ama bakın TÜİK böyle bulmuş.

Hissedilen hava sıcaklığı saçma bir rakam belki ama TÜİK’in hissedilen enflasyon rakamı bence ciddi; çünkü arkasında bir anket çalışması var. Eğer bu anketin ortalaması TÜİK’in ölçümünün iki katıysa içimizde bazıları enflasyonu çok daha yüksek hissediyor olmalı. TÜİK dün bu konuda sosyal medyada yazılıp çizilenlere kızdı ama önce takkeyi kendi önüne koyup düşünmesi lazım; neden acaba vatandaşın algıladığı ile TÜİK’in ölçtüğü arasında bu kadar büyük fark var?

F-16’lar için papatya falı

F-16’lar için papatya falı

Türkiye aslında başlangıçta ABD’den F-16 alımı ile İsveç’in NATO üyeliğini aynı pazarlık paketinin parçası yapmaya direndi ama Amerikan tarafı böyle görmek istedi. Nihayet Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da bunu kabul etti, geçen aralık ayında İsveç’in NATO üyeliği ile F-16 satışının eş zamanlı yapılabileceğini söyledi. Hatta bildiğimiz kadarıyla ABD Başkanı Joe Biden ile son konuşmasında bu konuda prensip kararı da aldılar.

Şimdi Türkiye İsveç’e onay verdi. Ama henüz süreç tamamlanmadı; Cumhurbaşkanı Erdoğan isterse bu onayı yeniden görüşülsün diye Meclis’e geri gönderebilir.

Top şu an Amerika’nın sahasında. Başkan Joe Biden bir mektup yazıp Kongre üyelerinden Türkiye’ye F-16 satışına köstek olmamalarını istedi. Ancak henüz Amerikan Dışişleri Bakanlığı, ‘Türkiye’ye F-16 satıyoruz’ diyen mektubu yazıp resmen Kongre’ye iletmedi.

Merakla takip ediyoruz, bakalım satış olacak mı, olmayacak mı?