Sosyal medyada gezinen herkesin, son aylarda bir şekilde rastladığını düşünüyorum. Son dönemin en yaygın capsi çünkü. Adeta enstrümanıyla bütünleşmiş bir şekilde kanun çalan bir adam…
Belli ki yaptığı işten çok büyük keyif alıyor. Bu yüzden o, artık keyif alınarak yapılan her şeyin bir simgesi haline gelmiş. O haliyle metafor olmuş. Başlıkta ‘kanun çalan dayı’ dediğime bakmayın o aslında yılların kanun virtüözü Aytaç Doğan. Bugün 48 yaşında ama 13 yaşından beri sahnede. Bu şekilde caps olana dek, Ortadoğu ülkelerinde kendi ülkesinden daha ünlü olduğu bile söylenebilir.
Kendisini Taksim Trio’dan bilenler vardır elbette. O meşhur videoda çaldığı şarkı da yeni değil. Şarkıyı paylaşan gençlerin büyük kısmının yaşamadığı bir tarihten, 1997 yılından bir Sibel Bilgiç şarkısı. (Söz: Ercan Saatçi, Müzik: Ufuk Yıldırım)
Sosyal medyanın öyle bir dinamiği var ki, 27 yıllık bir şarkı, çok da yeni olmayan bir Kuveyt konseri kaydındaki yorumla, bir anda popüler olabiliyor. Tabii Aytaç Doğan’ın, yüzündeki mimiklerden beden dilinin her detayına kadar keyif aldığını hissettiren yorumu bunda en büyük etken.
Bu ani artan ilgiden, Aytaç Doğan’ın da mutlu olduğunu, Mashable Türkiye’den Metin Aktaşoğlu’na verdiği röportajdan anlıyoruz, ne güzel. Bir sosyal medya ‘meme’i yoluyla da olsa, işini ustalıkla ve keyifle icra eden birinin hakkının verilmesi çok anlamlı.
Peki o kanun çalan dayı’yı neden çok sevdik? Ben bunun en büyük nedenlerinden birinin yaptığı işi sevdiğini hissettiren insanlara duyduğumuz özlem olduğunu düşünüyorum. Nicedir kimsenin yüzünde bunu görmüyorum çünkü.
Geçen gün, sömestr tatili aktiviteleri kapsamında, 7 yaşındaki kızımı götürdüğüm bir çocuk etkinlik alanında hissettim bunu. Yeni bir yer değil, duymuş ya da gitmiş olabilirsiniz, bir çocuk şehri olarak dizayn edilmiş bir konsept. Çocuklar burada çeşitli meslekleri deneyimliyor, oyuncak para kazanıyor ve yine orada harcıyorlar. Tabii sizin girişte verdiğiniz ücret karşılığında oluyor bunlar.
Çocukların veterinerlik, pilotluk, kargoculuk, gazetecilik, itfaiyecilik, restoran şefliği vb. gibi meslekleri oyun gibi deneyimlediği bu konseptte, miniklerin mesleklere karşı duyduğu heyecanla onları yönlendiren mekân çalışanlarının mutsuzluğu arasındaki tezat gerçekten dramatikti.
Dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen mızmız bir köşe yazarı gibi, çalışanların mutsuzluğundan şikâyet etmeyeceğim kesinlikle. Çünkü neden mutsuz olduklarını az çok tahmin ediyorum. Belki yetersiz ücretleri, belki çalışma saatleri ve gün boyu o kadar çocukla ilgilenmenin yılgınlığı… Yaptıkları işi pek sevmedikleri çok belliydi ve bunu gizleme konusunda bir yetenek geliştirecek kadar da tecrübeli değillerdi.
Açıkçası o kadar çocuk gürültüsü ve uğultu içinde, çoğunlukla ayakta 3-4 saat geçirdikten sonra ben bir gün kendime gelemedim ki, onların nasıl yorulduğunu hayal bile edemiyorum.
Dediğim gibi, henüz hayatta bir sorumlulukları yokken, bir mesleği deneyimledikleri için heyecanlanan çocuklarla, işi onlara bu meslekleri anlatmak olan personelin mutsuzluğunun çelişkisiydi beni düşündüren.
İçimden dedim ki, “çocuğu buraya getireceğime, kanun sanatçısı Aytaç Doğan gibi işini yaparken sonsuz keyif alan insanları bulup izletseydim daha mı iyi olurdu acaba?
Aytaç Doğan veya onun gibi severek işini yapan bir başkası… Öyle insanlar, ne iş olursa olsun yaptıkları işten öyle büyük keyif alıyorlar ki, çoğumuzun özlemini duyduğu bir şeyi hatırlatıyorlar belki: Yaptığımız işi gerçekten çok sevebilme ihtimali.
Ara ara Gallup’un küresel çalışan bağlılığı araştırmaları dikkatimi çeker. Genellikle büyük bir mutsuzluk vardır o araştırmaların sonuçlarında. Basın da sever böyle şeyleri. Bayılırız “Dünyanın %85’i yaptığı işi sevmiyor” gibi iddialı başlıklar atmaya.
Pandemi dönüşü, 2022 yılında, insanlar işlerini özlediği için olacak ilginç bir şekilde yükselmişti çalışan bağlılığı ama bu uzun sürmedi sanıyorum. İş dönüşü trafikten filan bunalarak pandemiyi özlediğini söyleyenleri bile duyuyorum şimdilerde çünkü.
Yüzü sirke satan esnaf, yüzünüze bile bakmak istemeyen kurye, öfkeli otobüs şoförü, sattığı üründen prim almadığını hemen anladığınız tezgahtar, kafasını sizden çevirdiğinde yüzündeki tebessümün hızla düştüğünü gördüğünüz uçuş görevlisi, toplantının bitmesi için içinden geriye doğru saydığını anladığınız beyaz yakalı…
Örnekler sonsuz çoğalabilir.
Ben bazen bir haber okuduğumda, bunu çok mutsuz bir muhabir yazmış bile diyebiliyorum artık. Yaptığı işi sevmeyen ama buna mecbur olan insanlar her yerde.
Sattığı ürünlerden birinin kalmadığını dükkanının vitrinine astığı bir duyuruyla ilan eden ve o duyuruyu fark etmeden girip içeriye sorduğunuzda azarlayan esnaf bile gördüm yakınlarda.
İnsanların sürekli mutluluk saçarak gezmelerini isteyen mutluluk fetişistlerinden değilim kesinlikle. Mutluluğun bir hedef değil, bir süreç, bir yolculuk olduğunu düşünmeyi tercih ederim. Mutluluk yoksa, mutsuzluk vardır çıkarımı yapılamaz bu yüzden. Mutlulukla mutsuzluk arasında bir yerde olabilir insan ve buradan mutluluğa gitmenin umuduyla ayakta durur.
Oysa mutsuzluk bir sonuçtur. Hemen bulaşır. Hele işini sevmeyen birinin yaydığı mutsuzluk, tüm ortamı ele geçirir.
Böyle zamanlarda hemen kişisel gelişimciler yetişir: “Sevmediğiniz işte bir dakika bile durmayın, hayat fırsatlarla dolu, bak Steve Jobs’a ne demişti aç kal budala kal demişti” diye beylik tavsiyeler vererek iyice canınızı sıkarlar.
Hatta onların sahte heyecanının derinlerinde bir yerlerde bile yakalarsınız o mutsuzluğu. Şişman diyetisyen etkisi yapar hemen.
Bu yazıyı insanlar sevdiği işi yapsın diye bağlamayacağım. Bu bir şans. Bazen sevdiğiniz iş, hayatınızı geçindirecek kadar para kazandıracak bir iş değildir çünkü.
Yıllar önce daha eşimle evli bile değilken bindiğimiz bir takside, şoför abinin mutluluk tasvirini hiç unutmam mesela. Şu minval bir tirat atmıştı: “Çocuklar şimdi yarın pazar, evde olurum, giyerim pijamaları, açarım maçı, yengen bir güzel karışık kızartma yapar, biramı da açar, ufak ufak çöplenirim…”
Tirat, bittiğinde şoför abinin yüzünde incecik bir tebessüm belirmişti. Sonraları iyi bir yazı yazdığımı düşündükten sonra, aynaya baktığımda o tebessümü gördüm hep ve daima taksicinin pazar günü hayalini hatırladım.
Kimimiz için işte, kimimiz için bir pazar günü evde, kimimiz için bu yazının döküldüğü ekranda, kimimiz için kayıp, kim bilir nerde? Kanun çalan dayının da yüzündeki o ifade…
Edip Cansever demişti ya işte, “Ve mutluluk bir kibrit çöpü, artık ne kadar yanarsa.”