Modern insanın hayat tarzını ve beklentilerini en iyi ifade eden gelişmelerin haberini/analizini veren bu sitede ‘Vajina müzesi yeniden açıldı… İlk sergi çikolata kisti’ başlıklı haber yayınlandı.
şimdi bir araştırmacı mizah yazarından normalde ne beklenir: ya hemen atlayıp londra’ya gitmesi ve olayı yerinde incelemesi ya da bu olmuyorsa en azından müzede sanal bir gezinti yapıp konuyu gülümseten yönüyle yazması, değil mi.
Ama kuruluş amacını ‘jinekolojik anatomi üzerindeki olumsuz algıyı kırmak ve kadının bedeninden utanmayıp tam tersine onunla gurur duymasını sağlayacak toplumsal dönüşümün parçası olmak’ olarak açıklamış olan bu müze hakkında ben böyle yapmayacağım.
sizlerden de iki günlüğüne ‘ciddiyet izni’ istiyorum. çünkü müze bu ay ‘Endometriozis. bilinmeyene doğru’ adlı bir sergiyle açıldı. Serginin amacı kadınları halk arasında çikolata kisti olarak bilinen Endometriozis hakkında eğitmek ve en son araştırmalar hakkında bilgilendirmek olarak açıklandı.
bu yüzden bugün ve yarın 2016-2021 yılları arasında ABD’deki hayatının bir bölümünü bu hastalığı anlamak için geçirmiş olan bu arkadaşınıza lütfen bu ciddiyet iznini verin ve bu konuyu okuyup arkadaşlarınızı da bilgilendirin.
bugün ve yarın salgının zirvesindeki bir Ağustos ayında ABD’den bu hastalık hakkında bilgilerle dolu olarak döndüğümde yayınladığım iki yazıyı şimdi tam yeri geldi diye tekrardan yayınlıyorum.
Her yüzyıl bir hastalığı seçer ve ona yakalandığı için kurbanı (hastayı) suçlayan söylemler geliştirir.
Susan Sontag ‘Ilness as Metaphor’ çalışmasında 20’nci yüzyılda bu paradigmatik hastalığın kanser olduğunu ve sağlık sistemlerinin kanseri metafor olarak kullanıp hasta sanki bundan kendisi sorumluymuş gibi söylemler geliştirdiğini anlattı.
Sontag kendisi de kansere yakaladıktan sonra oluşturduğu bu düşünceleriyle 20’nci yüzyılda bir ‘kanser kişiliği’ tanımı da yapıldığını ve insanın baskı altında tuttuğu arzuları nedeniyle bu hastalığa yakalanabileceğinin düşünüldüğünü iddia eder.
Doğru mu bilmiyorum ama Sontag’ın görüşleri hastalık algıları ve hastalığa yönelik toplumsal tavırları tartışmak açısından gerçekten iyi bir başlangıç noktasını oluşturmuştu 1970’lerde.
Kanser ve tedavisi ve ona yönelik toplumsal tavırlar önemini hala daha sürdürüyor, ancak ben 21’inci yüzyılın paradigmatik hastalığının kanser değil, kadınlara özgü bir hastalık olan Endometriozis olduğunu düşünüyorum. Çünkü yüzyılımız kadınların çağı ve bu hastalık da kadını vuran bir hastalık olduğundan çağın bence paradigmatik hastalığı bu.
Endometriozis gibi etrafı global düzeyde yanlış bilgilendirme ağları ile çevrilmiş, önyargıların güçlü olduğu ve hala daha tabu kabul edilen adet kanaması ile ilgili bir hastalık hakkında laf etme haddini kendimde nasıl bulduğumu açıklamam gerekiyor önce. (bu tabular için bkz. Karen Houppert’ın ‘The Curse; Confronting the Last Taboo: Mensturation)
Çeşitli görevler nedeniyle beş yılımı New York ve Washington’da geçirdikten sonra Türkiye’ye döndüm. New York’ta bulunduğum uzun sürede çok eski arkadaşım doktor Tamer Seçkin ile uzmanlık konusu olan Endometriozis hakkında uzun sohbetlerimiz oldu.
Ben bunlara hazırlık olsun diye onun ‘The Doctor Will See You Now’ (Doktor Sizi Şimdi Görecek) adlı kitabını okudum.
Kitabın adını kültürel söylem açısından çok sevmiştim, bir yandan doktorun bekleme odasında sıranız geldiğinde size söylenen laftı bu çünkü, bir yandan da doktorun artık bir hasta olarak sizi anladığını ve sizi hastalığınızın sosyal yanlış anlamalarından kurtarmaya hazır olduğunu da, sizi bir hasta olarak değil bir insan olarak göreceğini anlatıyordu oradaki ‘görmek‘ kelimesi.
Doktor Tamer Seçkin bir yandan bu hastalığa dair radikal yeni yöntemler içeren ameliyatlar yaparken bir yandan da hastalığa yönelik önyargılar ve yanlış yaklaşımlarla da mücadele ediyor. Bunu şahsen yaparken bir yandan da kurucusu olduğu ‘Endo Foundation’ vakfı ile Amerika ve dünya ölçeğinde kültür savaşı da veriyor.
Hastalığın ne olduğunu öğrenebildiğim kadarıyla biraz sonra anlatacağım, ama burada söylemem gereken şu; doktor arkadaşımla sohbetlerimizde benim daha çok ilgilendiğim yan hastalık hakkındaki önyargıların nedeni, bu önyargılar nedeniyle geçmişte yapılan yanlışlar ve bu tavırların çeşitli kültürel yansımalarıydı.
Onunla konuyu yoğun konuştuğumuz günlerden birinde, yanlış hatırlamıyorsam 2017 yılında olmalıydı, New Yok Times gazetesinde bir haber yayınlandı. Haberde Nepal’de büyük ihtimalle Endometriozis hastası olduğu için büyük acılarla kıvrandığı bir adet kanaması kulübesine (Menstural hut) kapatılan genç kadının kulübe içinde yardım alamadan öldüğü anlatılıyordu.
Doktor Seçkin “Evet birçok ülkede yanlış anlamalar ve adet kanamasına karşı önyargılar nedeniyle bu tür uygulamalar maalesef hala daha olabiliyor” demişti.
Devamında “New York’ta bu tür adet kanaması kulübesi yok ama burada da birçok insanın beyni bu tür kulübelere hapsolmuş durumda. Önyargılarından kurtulmak istemiyorlar ve önemli bir hastalığı anlamadıklarından kadını sosyal açıdan bitirebilecek, özel hayatını da mahvedebilecek bir hastalığa çözüm için seferber olmuyorlar” da dedi.
Arkadaşım kadın vücudunun muhteşem bir iç dengesinin olduğunu düşünüyor, ben de aynı fikirdeyim.
Adet kanaması kadının o muhteşem iç dengesinin, ahenginin ve evet gizeminin bir doğal parçasıdır.
Kadının daha güçlü olmasını sağlayan bir değişim sürecidir bu kanama.
Endometriozis hastalığı kadının bu iç dengesini alt üst eder. Hastalık kadının içindeki hassas dengeleri vuran Richter ölçeğinde 9 düzeyinde bir depremdir.
Kadının hem vücudunu vurur bu deprem, hem de tüm sosyal ilişkilerini, cinsel yaşamını, ailevi ilişkilerini sarsar, yıkar.
Her ay gebe kalmaya hazırlanan hücre tabakası endometrium’dur. Gebelik olmadığı takdirde yeterli hormon desteği bulamadığı için adet kanaması olarak dışarı dökülür bu tabaka.
Normali, sıhhatli olanı budur. Bu hücreler sadece rahim içinde kalmalıdır.
Ama kanama vücudun diğer yönlerine doğru olduğunda endometrium hücreleri vücudun diğer noktalarına akar ve bazı organlara yapışır kalır. Kanın yapışkığı organlarda çikolata kisti denen oluşumlar olur.
Olan biteni hayalinizde canlandırabilmeniz için bir analoji yapmam gerekirse, bir volkan patlamasını hayal edin, sonra lavların akışını ve patlamanın olduğu yerden çok uzakta hayatı tahrip etmesini canlandırın kafanızda, işte Endometriozis böyle bir hastalık. Kadının iç organlarına doğru akan bir lav.
Çok sancılı yaşanabilen, sonuçları hiç de hoş olmayan bir süreç bu.
Adet kanamasını hala üzerinde fazla konuşulmaması gereken son tabu olarak gören önyargılar, kadına ve onun doğal yaşam ritmine önyargılı yaklaşımlar henüz tam aşılamadığından bu çağımız paradigmatik hastalığı maalesef tam tartışılamıyor.
Michel Foucault ‘Madness and Civilisation’ adlı eserinde toplumun bir tarihi süreç içinde deliyi nasıl ötekileştirdiğini ve tıp aleminin delilik hakkında kullandığı lisanın bir monolog lisanı olduğunu söyler. Ayrıca tıp aleminin deli diye niteleneni insanlığından sıyırıp sadece hasta olarak tanımlayarak üstünde tedavi deneyleri yapmak için tımarhaneye kapattığını da anlatır.
Bu tespit hala geçerli ancak bu yüzyılda bu söyleme kadının nasıl ötekileştirildiğini de eklemek gerekiyor. Kadın ve hastalıkları hakkında kullandığımız lisanı bir monolog lisanı olmaktan artık çıkarmalıyız.
Bunu yapabilmek için birçok cephede kültürel savaş vermek gerekiyor.
Tabii ki bu cephenin belki de en önemli kültürel savaş alanı olan tıp alemi içindeki mücadeleyi Dr. Seçkin gibi bilinçli doktorlar verecek.
Bilgili olduğu için hak sahibi olmakla güç kullanarak egemenlik sağlamak arasındaki sosyolojik bağlantıyı en güzel Michel Foucault anlatmıştır. Bilgiyi sadece kendi kısıtlı grupları arasındaki kodlarla protokoller ile paylaşan, böylece o bilgi üzerinde egemenlik kuran grupların, örneğin doktorların, bu bilgi aracılığıyla toplumsal kurumları da kullanarak nasıl toplumsal kontrol mekanizmaları kurduklarını Michel Foucault birçok çalışmasında ortaya koymuştur. Ama doktorların bu egemenlik dünyasındaki yerini en iyi anlattığı kitapları ise Madness and civilization ve bence daha da önemlisi ‘The Birth of the Clinic; An Archheology of Medical Perception’dır.
Yani tıp alemi içinde bir tartışma ve mücadele gerekiyor, bu veriliyor da ama yeterli değil. Çünkü hem son tabu olarak görülen adet kanaması konusu etrafı kültürel yanlış bilgilendirme mekanizmalarıyla çevrildiğinden ve çeşitli kültür aygıtlarıyla önyargılar güçlendirildiğinden mücadelenin kültürel boyutunun da olması gerekiyor.
Kültürel mücadelenin bir parçası olacağını umut ettiğim konunun devam yazısının başlığının ‘Cadılar neden sadece kadın’ olmasını planlıyorum.
Yazıda ‘Exorcist’ filminde ve ‘Carrie’ filminde adet kanamasına karşı önyargıların nasıl güçlendirildiğini de anlatacağım.