Cumhuriyetin Yüzü’nde Nazım Hikmet anılıyor
Galataport'ta Cumhuriyetin 100. yılı şerefine Borusan Kocabıyık Vakfı tarafından açılan 'Cumhuriyetin Yüzü' sergisi ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor. Serginin küratörü İzzedin Çalışlar ile bir araya geldik.
İzzeddin Çalışlar ile Erken Cumhuriyet döneminden itibaren müzikten mimariye, arkeolojiden resime farklı alanlardaki dönüşüm ve ilerlemelere ışık tutan sergi ve o dönem hakkında konuştuk. Sergiyi 3 Mart'a kadar ücretsiz ziyaret edebilirsiniz.
Cumhuriyetin 100. yılı için 2023’ün özellikle ikinci yarısında pek çok kurum tarafından çeşitli etkinlikler düzenlendi. Bir kısmı hâlâ devam ediyor. Bunlardan biri Borusan Kocabıyık Vakfı’nın Galataport’ta açtığı Cumhuriyetin Yüzü sergisi. 1 Kasım 2023’te açılan sergi 3 Mart’a kadar ücretsiz ziyaret edilebilecek. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilanı sonrasında yaşanan toplumsal ve kültürel iklimi, sosyal yaşam, eşitlik, kültür ve sanat üzerinden anlatmaya odaklanan serginin proje danışmanlığını Prof. Dr. Haluk Oral, küratörlüğünü İzzeddin Çalışlar üstleniyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan bu kültür devrimini sergi bağlamında küratör İzzeddin Çalışlar ile konuştuk.
– Kültür Devrimi başlığı dikkat çekici. Böyle bir nitelendirmeyle daha önce pek karşılaşmamıştık. Kültür Devrimi olgusunu sorarak başlamak istiyorum…
– Biz de bakınca gördük. İlkokuldan itibaren bize Cumhuriyet devrimleri öğretildi. Harf Devrimi’nden Medeni Kanun’a kadar birçok konu. Bunun yanı sıra doğrudan bir yasal düzenleme yapılmaksızın aslında modernizasyon dediğimiz yenilikler var. Bu, birçok alanda gerçekleşiyor. Birkaç sene içinde böyle bir dönüşün vuku buluyor ve sonrasında da tutunup devam ediyorsa bu bir kültür devrimidir. Adının da illâ böyle konmuş olması gerekmiyor.
– Sözü bu devrimleri yapan kadrolara getirmek istiyorum. Bu kadroların hepsi Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde çok iyi yetişmiş askerler. Bu iyi yetişmiş askerlerin kaybını Halil İnalcık ve İlber Ortaylı gibi hocalar büyük şansızlık olarak değerlendirir. O kuşak nasıl bir kuşaktı? Sanatla ilişkileri hakkında ne gibi verilere ulaştınız?
– Özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndaki kayıplar çok dramatik. Bu tespit doğru. Çünkü Tanzimat’tan itibaren her türlü sınai, teknolojik ya da sanatsal yenilik ordu kökenlidir. Ressamlar da oradan çıkmıştır mühendisler de. Bu aslında kültür devriminin biraz da değiştirmeye çalıştığı bir şey. Yani eğitim kurumlarını artırıp sosyal katmanların hepsine yaymak.
Bir diğer husus da bunu kırsala, yaş gruplarına ve ihtisas alanlarına göre yaymak. Büyük zorluklarla kurulan ve o dönem tehdit altındaki Cumhuriyet rejiminin yaptığı ilk şeylerden biri müzik öğretmeni yetiştirmekti. İlk kurulan okullardan biri Müzik Muallim Mektebi. Bu tip yeniliklerin hazırlıklarının çok önceden yapıldığını bugünden bakınca görebiliyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün içgörülerinin çok azına vakıfız. Fakat günlüklerinin satır aralarından bir şeyler çıkarabiliyoruz. 1917’de kadın haklarına dair yazdığı notları görebiliyoruz. 1922 sonrası Lozan Barış Anlaşması’na kadar olan süreçte Atatürk’ün konuşmalarında bilim ve sanat ön planda. Özellikle bu konuları her defasında dile getiriyorsa bu onları ne denli önemsediğini gösterir. Zira bunlar hiçbir siyasetçiye halk nezdinde prim sağlayabilecek konular değil. Görüyoruz ki bu konu şahsi meselesi. Öte yandan İsmet İnönü’nün çello dersleri aldığını biliyoruz. Eşi Mevhibe İnönü piyano derslerini çok önemseyen biri. Kazım Karabekir çocuk korosu kurmuştur. İyi de bir plak koleksiyonu vardır.
– 19. yüzyılda yetişmiş subaylara baktığımızda sanata bu ilgiyi görebiliyoruz. Peki sonrasında Türkiye ve dünyada bu durum nasıl bir istikamette seyretti?
– Bu o kuşakla alakalı bir şeydi. Modernleşmeyle birlikte sadece o dönem olabilen bir durumdu. Benzer bir manzarayla Osmanlı Sarayı’nda da karşılaşmak mümkün. Hatta oradaki Batılılaşma biraz daha eskiye de gidiyor. Bestekar padişahlar, saraydaki tiyatro salonları. Sanat kendisine alan bulduğunda var olabilir. Yoksa bir mücadele kanalıdır. Mücadeleye mecbur kaldıkça da zayıflar. Türk çağdaş sanatçılar 1960’lardan itibaren uluslararası camiada var olabilmek için mücadele etti. 90’lardan sonra bu gerçekleşebildi. Bu süreçte modern sanat müzeleri kuruldu. Kentlerde sanata alan açıldı ve bir prestij haline geldi. 1973’te İKSV kurulup İstanbul Festivali başlamasaydı bugün belki daha sığ bir ortam olacaktı. Dolayısıyla bu süreçte kurumlar önemlidir. Bunu yaşayarak görüyoruz. İstanbul Modern, Resim Heykel Müzesi, Borusan Contemporary var olduğu an bir farklılık yaratıyor.
– Türkiye Cumhuriyetin ilk yıllarında bir kuşak dahi değişmeden iki mimarlık akımına tanıklık ediyor. Sergiye hazırlık sürecinde bu konuda nasıl bir manzarayla karşılaştınız? Peş peşe gelmeleri nasıl bir süreçti?
– Böyle bir olguya ihtiyaç var her şeyden önce. Ankara başkent olacak. Sıfırdan bir başkent kuruyorsan da İstanbul’un görkemine erişmen zor. Ama kendi görkemi ve cazibesi olan bir şehir yaratman lazım. Antik Roma’dan beri bu ancak büyük binayla olur. Ankara’nın kendisini dünyaya yeni bir başkent olarak kabul ettirmesi için bu tip yapılara ihtiyacı var. Fonksiyon olarak da var. Meclise sığmıyorsun, gelen misafirini ağırlayabileceğin otelin yok. Peki biçim neden öyle? Birinci Ulusal Mimari Akımı Ankara’da çıkmış bir şey değil; İstanbul’da çıktı. Mimar Sinan’dan başlayıp geldiği nokta orası. Bu süreçte kendi kendine oryantalist çizgi sorgulanıyor. Dünyanın başka yerlerinde de oluyor bu. Ayn Rand’ın ‘Fountainhead’ romanında da o tartışmaları görüyoruz. New York ve Chicago’ya bu dönemde hem fonksiyon hem itibar için çok sayıda gökdelen inşa ediliyor. 1930’ların dünyasında mimari tartışmalar sürerken bizde olmaması düşünülemezdi. Viyana’da, Roma’da veya Budapeşte’de bu tartışmalar ve sancılar yaşanıyor. Ancak tabii hiçbirinde bizdeki gibi bir sıfırdan yapılanma da yok.
– Peki sizce neden devamı gelmedi? Bu süreçte sivil mimariye yeterince yansımadı mı?
– Aslında vardı. Benim çocukluğumda, 1960’lar, hatta 1970’lere kadar o çizgide bir Suadiye ve Bostancı vardı. Muhtemelen 1980’lerden sonra bu kadar çok bina inşa edilip de mimar eli değmemiş başka yer yoktur. Düzenleme ve denetleme olmayınca da şimdiki sonuçları yaşıyoruz. Oysaki bizim bugün İstanbul’un merkezinde bir yeşil alan varsa bunu 1930’larda yapılan kent planına borçluyuz.
– Son olarak müziğe de değinmek istiyorum. Okuduklarımızdan, izlediklerimizden Cumhuriyetin kurucu kadrosunun müziği çok sevdiğini biliyoruz. Sergiye hazırlanırken bu konuda karşınıza neler çıktı?
– Osmanlı döneminde itibaren saraydaki gibi köşklerde de piyano çalan birileri var. Bazen bir ud ve keman da bu dinletiye eşlik ediyor. Klasik müzik özelinde ilgi bu şekilde başlıyor. Askeri okullarda da benzeri bir durum söz konusu. Bir süreklilik var. Cumhuriyetle birlikte hayatımıza giren Türk Beşleri, klasik müzikle yerel seslerin uyumunun hangi seviyeye ulaşabileceğine dair bir denemeydi. Netice itibariyle bu bestecilerin eseri günümüzde orkestralar tarafından hâlâ çalınıyor. Örneğin ‘Köçekçe’ bugün de çok popüler. Ama ‘Özsoy Operası’ pek de öyle değil. Zaten hepsi olacak diye bir şey de yok. Bugüne baktığımızda ise Fazıl Say’ın geçen sonbaharda BİFO’nun siparişi üzerine bestelediği senfonik eseri ‘100 Yaşında Bir Çocuk’u başarılı buldum. İçinde Türk Beşleri’nden Ferit Alnar’a da rastladım, Ulvi Cemal Erkin’e de. İşte bu eserleri üst üste koyduğumuzda karşımıza bir kültür çıkıyor.