Ölümü unutarak da yaşanır fakat dünya bir cehennemdir

12 Şubat 2024
Bu haber 7 ay önce yayınlandı

Ne yapıp edin, Macar yazar László Krasznahorkai’nin ‘Direnişin Melankoli’sini okuyun. Zorlasa da, anlamsız gelse de, yer yer bırakma isteği uyandırsa da okuyun bir biçimde. Yazarı Nobel aldığında bir kez daha konuşuruz bu konuyu!

Her sene açılan Nobel ödülleri bahisleriyle birlikte, okurlar olarak biz de yorum üstüne yorum yapar, tarafgirliğimizi temellendirmeye çalışırız. Bu da büyük bir keyif bence. Son birkaç senedir, benim bahsim de, arzum da daima Rus yazar Lyudmilla Petruşevskaya üstüne oluyor. Beni bu denli etkileyen bir yazarın ödül almasını istemek epeyce mantıklı diye düşünerek boy gösteriyorum orada burada. Bu listelerde ekseriyetle geçen bir yazar daha var: László Krasznahorkai. Yıllar evvel, bir kampanya sonucu edindiğim ‘Seibo Orada, Aşağıdaydı’ romanı rafta bekleyen, ismini duyduğumda Hintli mi acaba diye içimden geçmesine rağmen açıp bakmadığım, niçinse es geçtiğim bir yazardı. Fakat uzun bir süre alan çevirisi geçtiğimiz günlerde yayımlanan ‘Direnişin Melankolisi’ (The Melancholy of Resistance) derhal ilgimi çekince, yazar da radarıma girdi. Esasında bu tarz deneyimler, okurlar için bulunmaz bir şey; hakkında hiçbir şey bilmediğin yahut öğrenmeye zahmet etmediğin bir yazarın, seni dumur etmesi… Her kitabın bir zamanı olduğu gibi, sanıyorum her yazarın da bir zamanı var(mış).

Macar yazar László Krasznahorkai, 54 senesinde, Macaristan’ın uzak bir köyü olan Gyula’da doğmuş. Aslında durumu iyi olan bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, kendinden daha alt sınıfta yaşayan insanların arasında olmak için evden ayrılmış. Çeşitli işlerde çalışarak gözlem yeteneğini kullanmış. Madende çalışmış mesela. Kültür merkezinde çalışmış. En sevdiği işi olarak addettiği, bir mandıra çiftliğinde gece bekçiliği yapmış sonra. İlk romanı Satantango‘yu da, bu gece vardiyalarından birinde, zihninde oluşturmuş. Yazarın aktarımına göre, trenlerde çok vakit geçirdiği için bir masada oturup yazamıyormuş. Dolayısıyla, metinleri ezberleme gücünü de kullanarak zihninde oluşturmuş romanı.

Aslında yazar olmak da istemiyormuş fakat dediğine göre, karakterler kapıda nöbet tutuyor, hikayelerini anlatmak için içeri girmeyi bekliyormuş -ki Krasznahorkai’ye göre her karakterin esasında sadece bir cümlesi varmış. Böylece daha fazla dayanamayarak yazmaya başlamış. Metnin basılmasına ise bir diğer ünlü Macar yazar Péter Esterházy vesile olmuş. Söyleşisinde, Gyula’dan da bahsediyor Krasznahorkai. Her ne kadar oradaki insanları yazmadığını söylese de, gerek ‘Şeytan Tangosu‘na, gerekse ‘Direnişin Melankolisi’ne kaynak oluşturan hikayeler, doğup büyüdüğü kasabadan geliyor. O dönemde, Macaristan’da üniversite okuyanlar, bir sene zorunlu askerlik yapmak zorundalarmış, şayet üniversiteden mezun olamazlarsa, bir sene daha ekleniyormuş askerliğe. Bu durumdan kurtulmak isteyen Krasznahorkai, bir arkadaşının tavsiyesiyle, birkaç ay başka ülkelerde yaşmaya başlamış. Böylelikle Almanya başta olmak üzere (Almanya’da çok seviliyormuş bu arada yazar. Akıcı bir Almancası varmış ve Nobel’de adının geçmesinin en mühim sebebi buymuş) pek çok ülke gezmiş: Japonya, Yunanistan, Çin, Moğolistan ve ABD. Hatta Amerika’da, ünlü şair Allen Ginsberg’in evinde kalmış. Ondan çok hoşnut bir biçimde bahsediyor Krasznahorkai. Yazarın hayranları arasında Susan Sontag ve W.G Sebald varken, yazarın hayran olduğu yazarlar ise Kafka, Bernhard, Dostoyevski ve Tolstoy.

Türkçede son kitapla birlikte çevrilen eser sayısı dörde yükseldi. Benim okuduğum ilk kitabı oldu ‘Direnişin Melankolisi’ fakat hakikaten şaheser diyebileceğim türden bir deneyimdi. Bu yolculuğu, içeriği çok da ele vermeden aktarmaya çalışacağım ama şunu söylemekte fayda var: öyle herkesin aynı şeyleri düşünebileceği bir metin değil zaten. Üzerine envai çeşit okuma yapılabilir, değerlendirilebilir ve hatta, tez bile yazılabilir bu metnin. Epeyce zengin, baştan çıkarıcı ve büyülü.

Leyla Önal çevirisiyle raflarda yerini alan roman, Macaristan’ın küçük bir kasabasında geçiyor temelde. Bu kasabaya ziyarete gelecek olan bir sirk olayları başlatıyor. Romanın girişinde bizi Mrs. Pflaum (orijinal metinde Mrs. Plauf diye geçiyor) karşılıyor. Geç bir saatte evine dönmeye çalışıyor. Tren gecikmiş. Roman boyu bizi bekleyen metaforlardan biri bana göre çünkü bir kere trene bindiniz mi, inmenize imkan bulamıyorsunuz. Krasznahorkai’nin biçemi çok özgün. Evet, bir yönüyle paragraf sevmeyen, bir sayfalık cümleleri tercih eden, okuru allak bullak eden Bernhard’ı anımsatsa da, Krasznahorkai daha tuhaf (iyi anlamda) ve bence daha cesur. Romanın bir tren yolculuğu olduğunu, akışkanlığının vagonların, koridorların içinde kaldığını, dış/düş dünyadan tamamen kopulduğunu son sayfayı çevirince çok daha iyi anladım.

Bakış açılarını göreceğimiz dört ana karakter var romanda: Mrs Pflaum, Mrs Eszter, Mr.Eszter ve Valuska. Yazar epeyce derin, farklı karakterler oluşturmuş; sanki bir karenin dört ayrı köşesi gibi. Şehre gelecek olan sirkin esas amacı, dünyanın en büyük balinasını göstermek: işte size yeni bir metafor! İster Leviathan‘ı anımsayın, ister Moby Dick‘i fakat buradaki balina, bir atom bombası gibi düşüyor bu küçük taşra kasabasına. Göreceğiniz en kötücül karakterlerden biri olan Eszter hanım, kasabada gücü ele geçirmek için bu durumu kullanıyor. Bir yandan emniyet müdürüyle yatıp kalkarken, bir yandan da halkı sirkin önemli ismi “Prens” aleyhinde kışkırtıyor. Sözde bu Prens kasabayı yerle bir edecek. Aslında amacına da ulaşıyor çünkü ayaklanmalar başlıyor. Bilirsiniz, insanları kışkırtmak kolaydır, kasaba halkı da pek güzel ayaklanıyor doğrusu. Ortaya çıkansa kaos, güvensiz bir ortam, düzenin sarsılması.

Romanın büyük bir kısmını Eszter bey ve Valuska’nın bakış açısından izliyoruz. Bu bölümler hakikaten nefis. Kasabanın delisi olarak düşünülen tatlı Valuska, gökyüzüne ve aya aşık. Genelde orayla ilgilenip yeryüzünü es geçiyor. Bu durumdan istifade eden Eszter hanımsa onu kullanmaya çalışıyor, kötü bir evlat olduğunu her fırsatta dile getiriyor. (Valuska, Pflaum hanımın oğlu fakat annesi onu evden uzaklaştırmış). Valuska’nın mentoru ise, Eszter hanımın dünyadan elini eteğini çekmiş, münzevi kocası György Eszter. Romanda en sevdiğim bölümler Eszter beye ait. Sırtını felsefe, metafizik ve sosyolojiye dayayan fikirleri, insanlığa dair pek çok şey söylemekle kalmıyor, aynı zamanda okuru düşünmeye de itiyor. Bilhassa 215-255.sayfalar arası, bu metafizik doruk noktasına ulaşıyor. Okurun sınırlarını epey zorluyor.

Romanın en önemli temalarından biri toplumdaki deliliğin nasıl işlediği. Her ne kadar kasabada adı deliye çıkarılan Valuska olsa da, gelişen olaylar çerçevesinde esas deliliğin ne olduğunu sorguluyoruz. Bu da zihnin işleyişine yönelik birtakım düşünsel jimnastiğe zorluyor bizleri. Foucault gibi deliliğin tarihini araştırmış, üstüne düşünmüş yazarları da anmadan geçmiyoruz bazı sayfaları.

Krasznahorkai’nin en sevdiği atmosferin, apokaliptik bakış açısı olduğu yazıyor birçok makalede. Nitekim bu romanda da, cehennemi dünyada yaşamak şeklinde tabir edilen atmosfer çok iyi bir biçimde yaratılmış, kotarılmış. Prens’e karşı ayaklanan halk, ortalığı birbirine katarken, bir yandan da düzenin imkansızlığını vurgulayan bir tutum sergiliyor.

Romanın sonunda bazı şeyler ucu açık bırakılsa da, nefis bir biçimde final yapıyor yazar. Karakterler anlamında da, biçim olarak da. Kitabın İngilizce çevirmeni George Szirtes, yazarın anlatımını şöyle tanımlamış: ‘A slow lava flow of narrative – yavaş akan bir lav misali’. Ben de tren yolculuğuna benzettim, bilhassa bu roman için. Hemen hemen aynı kapıya çıkıyor. Zaten Krasznahorkai yazınının en fazla işaret edilen tarafı, kullandığı biçem, apokaliptik atmosferi, felsefi altyapısı ve upuzun cümleleri. Öyle ki, neredeyse hiç paragraf başı kullanmıyor metinlerinde fakat bu durum kendini akışa kaptıran okur için hiç de bir handikap değil. Akıp giden lavanın üzerinde gibi okuyor, okuyor…

Yazarın yakın arkadaşı olan Béla Tarr, bu kitaba dayanarak, ‘Werckmeister Harmonies’ isminde bir film çekmiş. Filmin de kitap kadar iyi olduğu söyleniyor, ki bazı kimseler, kitaptan habersiz filmi izleyip sevmiş. Elbette bu kitap çok daha farklı bir deneyim sunuyor. Okuması çok kolay olmasa da, bir kez yazarın ‘zihinsel yazım sürecine’ ortak olunca, devam etmeden duramayacağınız bir metne dönüşüyor. Hatta yer yer takıntı haline geliyor, yapboz parçalarını birleştirmek için uğraşıyor da uğraşıyorsunuz.

Çok fazla detaya girmeden anlatmak istedim ama her bir karakterin enfes sahneleri var. Üzerine düşünecek pek çok bölüm, zihni zorlayacak tasvirler, karanlık ve atmosferik imgelem, politik sistemin dişli parçaları…liste uzar gider. Bu romanı okuduktan sonra yazarın her sene Nobel için adının geçmesini daha iyi anladım. Özgünlüğü, kendine has imgeleri, akışkanlığı, apokaliptik bir dünya kurması, okurun zihnini daima zinde tutması gibi birçok yönüyle öne çıkan bir yazar.

Eh, şimdi gidip filmi izlemeliyim. Dün gece rüyama Valuska gelmişti, bu gece de dilerim Eszter bey gelir çünkü ona düşünceleriyle ilgili birkaç bir şey sormak istiyorum. Bach’la ilgili görüşüne tamamen katıldığımı, müzikte kusursuzluğun pek de mümkün olmadığını fakat bunun, icraati gerçekleştiren kişiyi daha az yetenekli kılmadığını, insanlığın umutsuzluğunun acısını kendinden çıkarmaması gerektiğini, bu kadar münzevi yaşamın da bu dünyaya bir katkısı olmadığını aktarmam lazım kendisine. Dışarıda önderlik yapacağı Valuska’lar var, öyle pireye kızıp yorgan yakmak yok Bay Eszter! Karınızı da ya hapse tıktırın, yahut başka bir diyara gönderin lütfen.

Buraya kadar okuyanlara: yazımın başlığı, romanın kapanışının ismi. Ölümü unutarak da yaşanır fakat dünya bir cehennemdir. Valuska göğe bakar, Eszter hanım yere bakar. Siz nereye bakarsınız? Bilmiyorum ama ne yapıp edin, bu romanı okuyun. Zorlasa da, anlamsız gelse de, yer yer bırakma isteği uyandırsa da okuyun bir biçimde. Yazarı Nobel aldığında (Marias ya da Kundera’ya benzemez umarım sonu) bir kez daha konuşuruz bu konuyu. Direnmenin melankolisi hep sizinle olsun!

Direnişin Melankolisi
László Krasznahorkai
Çeviren: Leyla Önal
Can Yayınları, Kasım 2023
376 sayfa.

  • 1

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.