13 Eylül 2024 Türk edebiyatının büyük ismi Orhan Kemal'in 110. doğum günü. 'Murtaza'dan 'Cemile'ye unutulmaz romanlara imza atan Orhan Kemal, akıcı, sade ama derinlikli anlatımıyla 1950’lerden 70’e kadar cumhuriyet toplumunun gerçek hikâyesini yazdı.
İyisiyle kötüsüyle 30’a yakın roman, 300’e yakın hikâye üreten Türk edebiyatının büyük ustası Orhan Kemal’i kısa bir yazıya sığdırmak kuşkusuz onun yazarlığının pek çok yanını gözden kaçırmakla sonuçlanacaktır. Akıcı, basit, sade ama derinlikli anlatımıyla 1950’lerden 70’e kadar cumhuriyet toplumunun gerçek hikâyesini yazan Orhan Kemal, anlatımıyla örtüşen dünya görüşüyle, kaderini yoksul kitlelerle bağlayan aydın duruşuyla, hiç yitirmediği inancı ve yaşama sevinciyle edebiyatımızın en dikkate değer, en heyecan ve hayranlık uyandıran isimlerinden birisidir.
‘Küçük Adamın Romanları’ serisi diye bilinen ilk romanlarında -‘Baba Evi’ (1949), ‘Avare Yıllar’ (1950), ‘Cemile’ (1952) ve ‘Dünya Evi’ (1960)- başıboş gezen lümpen kesimden gençlerin sürdürdüğü hayatı yoksulluk, açlık, çekilen sıkıntılara duyulan öfkeyle birlikte yansıtır Orhan Kemal. ‘Küçük adam’ın doğumundan gençlik yıllarına kadar uzanan bir süreyi anlatan roman dizisi, 1914-1940 yıllarını kapsar; ‘Baba Evi’nde yazarın çocukluk dönemi, Suriye’ye göç, Lübnan’da çekilen yoksulluk ve Adana’da sürdürdüğü başıboş gençlik günleri, ‘Avare Yıllar’da aile desteğinden mahrum genç adamın bütün yoksulluk ve adaletsizliğe rağmen yaşama sevincini yitirmeden verdiği hayat mücadelesi, ‘Cemile’de küçük adamın evleneceği güzel Boşnak kızı üzerinden işçi mahallelerinde ve fabrikalarda sürüp giden acımasız koşullar, ‘Dünya Evi’nde ise gençlerin toplumsal koşulların tüm olumsuzluklarına karşı direnerek sürdürdükleri evlilikleri anlatılır.
Çocukluğundan başlayarak göğüslemek sorunda kaldığı zorluklarla dolu hayatın Orhan Kemal’in zihninde derin izler bıraktığı ‘Küçük Adam’ dizisindeki romanlarda izlediğimiz dramatik kesitlerden anlaşılıyor. Ancak sefaletin kıyısındaki insanları yaşadıkları mekânlar ve sahip oldukları eşyalarla birlikte olanca çıplaklığıyla sergilerken iyimser bakışını hiç yitirmez; ki bu Orhan Kemal’in karakteristiğidir. Okuduğumuz bir felaketler antolojisi değildir; acılarla birlikte sevinçler, yoksul insanlara soluk aldıran küçük mutluluklar, aşklar, ilk cinsel deneyimler, eğlenceler, kötülere karşı dostluk ve dayanışma duyguları da vardır. Üstelik bütün bunlar Adana’nın meyhaneleriyle, futbol sahalarıyla, okullarıyla, mahalleleri, evleri ve hatta genelevleriyle, kısacası o yıllardaki toplumsal hayatıyla birlikte canlandırılmıştır.
Orhan Kemal, yoksulluğun sınıfsallığını vurgulamaya Çukurova gerçeğini işlediği romanların ilki olan ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’yle (1954) başlar. “Memleketimizin insanlarının kalkınmasını, refahını, yükselmesini istedim. Bu işin de köyden başlaması kanısına vardım” düşüncesiyle yazılan ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’de yoksulluk, emeğin üzerindeki sömürünün zorunlu bir sonucudur. Yoksul köylerinden kalkıp çalışmak için Çukurova’ya inen üç garip köylünün hikâyesini anlatan bu romanında, girdikleri her işte acımasızca sömürülen, kente geldiklerinde horlanan, alay edilen, kendileri gibi sefalet içerisinde yaşayan insanlara sığınan ama biri dışında ayakta kalmayı beceremeyen köylüler kadar toplumsal ve ekonomik hayat da çok iyi gözlemlenmiş, tarımsal alandaki değişmeler -özellikle makineleşme- eksiksiz kaydedilmiştir.
Pek çok edebiyat incelemesinde yazarın en iyi romanı olarak kaydedilen ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’, acımasız koşullarda insanın geçirdiği değişimi, giderek sadece ilkel güdülerini doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen bencil yaratıklar haline gelişlerini çarpıcı sahnelerle yansıtır. Gözler önüne serilen tablo Hugo’nun ‘Sefiller’i ya da Zola’nın ‘Germinal’i kadar dehşet vericidir. İyi-kötü ayrımı kalmamıştır… Erkeklerin karşılaştıkları sömürü ve eziyet kadınlar söz konusu olduğunda daha da dayanılmaz bir hal alır. Etraflarını kuşatan erkekler arasında hiçbir güvenceleri yoktur, fiziksel güçleri yoktur, barınacak evleri ve umutları yoktur; ‘gövdeleri, bir anlık dostluk, bir lokma ekmek, birkaç kuruş para vaadi karşılığında herkese açık olan, üzerinde herkesin hak yürüttüğü ve istediği sürece hâkimiyet kurduğu alanlara dönüşmüştür’.
Orhan Kemal, ‘Vukuat Var’ (1958), ‘Hanımın Çiftliği’ (1961), ‘Eskici ve Oğulları’ (1962) ve ‘Kanlı Topraklar’ (1963) romanlarında da aynı temayı işlemeyi sürdürür. Adana çevresindeki toprak ve fabrika işçilerinin hayatları Çukurova’daki siyasal, ekonomik ve toplumsal değişimlerle, tarım ve sanayideki gelişmelerle paralellik içerisinde ama romanının merkezine daima insani dramlar konularak canlandırılmıştır. Güçlüyü daha güçlü kılan Tek Parti yılları, umudu temsil eden DP iktidarı, DP’yi köylü yanlısı belleyen ve ağanın el koyduğu toprakları geri almayı hayal eden köylünün DP’nin gerçek sınıfsal yapısını fark etmesiyle başlayan düş kırıklığı, toprak zenginlerinin komik modernleşme girişimleri, zenginlere yaranmaya çalışan ve o yılların yükselen değerlerine sarılan taşra politikacıları, çevrenin merkeze karşı refleksleri, lümpenlerin hırsı, köylülerin boyun eğmişliği ve geleneksel ilişkilerin kapitalizme doğru evrilmesi gibi birçok meseleye değinir.
Gecekonduların ortaya çıkışı ile roman ve öykü içinde yerini alması eş zamanlıdır. Mekânsal farklılıklarla temsil edilen ilk dönemin Doğu-Batı karşıtlığının yerini, yine mekânda somutlanan ezen-ezilen ya da işçi-burjuva çiftine terk ettiği bu yıllarda, hem köyü hem de kentteki yeni mekânları en iyi dile getiren yazar yine Orhan Kemal’dir.
1950’li yılların sonlarından başlayarak, İstanbul’un kenar mahallelerindeki işçilerin, aşağı tabaka insanlarının yaşama savaşını yansıttığı romanları arasında en önemlileri ‘Devlet Kuşu’ (1958) ve ‘Gurbet Kuşları’dır (1962). İlkinde, fakir mahallelerdeki değişimi, apartman sahibi olmanın temsil ettiği anlamı, lümpen proleterin oluşumunu anlatan Orhan Kemal, ’Gurbet Kuşları’nda kente göçü, gecekondulaşmayı, köylünün şehirde tutunma çabalarını, zenginlerin karşısındaki ezikliğini, giderek yozlaşmasını ve sömürü çarklarının işleyişini anlatır.
Orhan Kemal, köyden kente göçü, ırgatlıktan işçiliğe geçişi eksiksiz yansıtmıştır. Kendi yaşamında yaşadığı talihsizlik, bir anda içine düştükleri yoksullukla dağılan ailesinin hayali, yazarın her romanında belli eder kendisini. Bu nedenle, yoksullaşmanın bir göstergesi olarak mahallenin ve evin de özel bir yeri vardır yazdıklarında. ‘Eskici ve Oğulları’ (1962) romanında, annenin özlemini çektiği -hayali- ‘gümgüm gümüleyen konak’, ailenin yaşadığı izbelikle iç burkultucu bir karşıtlıktadır.
Orhan Kemal, sosyalist sözcüğünü kullanmanın sakıncalı olduğu yıllarda kendilerine toplumcu gerçekçiliği yakıştıran kuşağın en etkili isimlerindendi. 1950’li yılların Türkiye’sinde yoksulluk ve zenginliğin ifade ettiği anlam ve karşıtlıkları kimi zaman mekânda, kimi zaman tarlalarda, bazen fabrikalarda, hapishanelerde, Yeşilçam kapılarında ve yüksek tahsil etrafında, bireysel dramların ardındaki ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri ihmal etmeden ve fukaralık edebiyatına kaçmadan kolaylıkla özetleyiverir. Maddi sorunlardan söz edilmesi doğrudan açlıktan, sefaletten dem vurulması anlamına gelmez, sosyal dengesizlik ve onun yarattığı acılar roman kişilerinin bireysel kaderlerinde ve tutkularında çıkar ortaya. Kurtulmayı düşledikleri bu hayatın sıkıntıları içinde bile bütün insani özellikleriyle canlandırılan roman kişileri o dönem romanlarındaki sterotiplerden farklıdırlar.
Edebi açıdan başarılı bulunamayacak romanlarında bile alt sınıfların temsili eksiksizdir. Kadın erkek çoluk çocuk, emeğiyle geçinmeye çalışan yoksul insanları, köyden kente göçü, ırgatlıktan işçiliğe geçişi, gecekondulaşmayı, köylünün şehirde tutunma çabalarını, yozlaşmasını, sömürü çarklarının işleyişini anlatırken karşılaştığımız kesif yoksulluğa ve vahşi sömürüye rağmen, insanlara daima umutla ve iyimserlikle bakmıştır.
Romanlarındaki şahıslar kadrosuna, olayların geçtiği mekânlara, dibe vurmuş insanlar arasındaki ilişkileri yargılamaksızın, tersine oradaki insani arzuları gözden kaçırmadan anlatışına baktığımızda, Orhan Kemal’in yeraltı edebiyatına çok yaklaştığını görebiliriz. Ne var ki yeraltı edebiyatının karamsar ve nihilist yanına kaymasının önünde iyimser bakışı, başına gelen onca şeyden sonra bile hiç yitirmediği insan sevgisi dikilir. Elbette daha iyi bir dünyanın kurulacağına olan sosyalizm düşüncesini de eklemeliyiz. Buna rağmen ayakları yere basmayan bir iyimserliğe ya da hayalciliğe düşmemiş, mutlak olumlu kahramanlara hiç yüz vermemiştir.
Orhan Kemal’in roman kişileri iyi ve kötü yanlarıyla, kendilerine ve başkalarına zarar veren hırslarıyla, zaaflarıyla, küçük kurnazlıklarıyla insandır. Olumlu kahramanlarında bunları aşabileceğine dair bir potansiyelin varlığını sezdirir.
Çok kolay okunur, ilk bakışta çok basitmiş gibi görünür Orhan Kemal romanları. Yukarıda sıklıkla vurguladığım toplumsal gerçekler hikâyeye bir anlatıcı aracılığıyla sokulmaz, kişilerin ruh tahlilleri ya da sayfalar süren mekân tasvirleri de yoktur. Sanki yazar aradan çekilmekte, roman kişilerinin yaşadıklarını gözlemlemektedir. Bu durumda olup bitenlerin aktarılması kişilerin yalın ve gerçekçi iç konuşmalarına ve diyaloglarına bırakılmıştır. Karşılıklı konuşmalarla bir durumu, bir davranışı, bir çelişkiyi sergilerken roman kişilerinin ruhsal durumunu iç konuşmalarla dışa vurur. Böylelikle Bahtin’in dikkat çektiği çoksesliliği kendine özgü bir üslupla yakalayan Orhan Kemal, hem karakter hem tip özelliğine sahip roman kişileri yaratmıştır.