Bazı günler hayatım bir karadeliğe dönüşüyor.
O gün o deliğe giren hiçbir şey geri gelmiyor…
“Madame”ın ölüm haberini de böyle bir gün geç öğrendim.
Oray Eğin’in yazısından öğrendim öldüğünü…
Sadece Oray’ın, “Madame”ın ve “C” rümuzlu kişinin konuşabildiği üç kişilik bir dil ve alfabe ile yazılmış, çok güzel bir yazıydı.
Kendi aralarında Erkan Özerman’a “Madame” diyorlarmış.…
Erkan Özerman’ı kaybettik…
Beklenen bir ölümdü…
Onu son defa dört ay önce Teşvikiye Camii’nde bir cenazede gördüm.
Çok zayıflamıştı…
Sanki bedeninde her şey terk etmişti onu…
Sadece sesi ve neşesi kalmıştı geriye…
Ama neşeye hüzün makyajı yapıldığı zaman….
İşte o insanın içine çok oturuyor…
“Bak son defa söylüyorum, eve gel ve o plakları al” dedi…
Zarif bir sitem vardı sesinde…
Belli ki artık her şeyi arkadaşlarına emanet edip tek bir hatıra valiziyle çıkmak istiyordu son yolculuğuna…
Bu gökyüzünün altında hiçbir Fransız onun sevdiği kadar sevemezdi Fransız müziğini…
Eminim hiçbir Fransız’ın evinde onunki gibi şahane bir “Chanson Française” kataloğu yoktur.
Eşsiz bir Fransız 45’lik ve 33’lükleri koleksiyonuydu o…
Bu gökyüzünün altında hiçbir koleksiyoner onun gibi olamazdı.
Evindeki her plağın şahsi kimlik sertifikası vardı sanki…
Çünkü hepsini şahsen tanıyordu o plaklardaki sesleri… Hatta arkadaştı…
Kariyerine 1960’lı yıllarda Ankara Radyosu’nda “Eyfel’den Müzik” programlarıyla başlamıştı.
Ben de İzmir’de henüz delikanlı bile olamamış dinleyicisi…
Sylvie Vartan’ın “Ce Soir Je Serais La Plus Belle Pour Aller Danser”sini, Johnny Hallyday’in “Retiens La Nuit”sini, Herve Vilard’ın “Capri C’est Fini”sini ilk defa o programlarda dinlemiştim.
İşte daha o günlerden birikmeye başlayan müthiş bir koleksiyondu evindeki…
O yüzden her biri onun değerini bilecek birine gitsin istiyordu…
“Senin için çok özel plaklar ayırdım. Tek tek seçtim… Çünkü bunları sen anlarsın” demişti…
Şerefti benim için…
Çok da gururumu okşamıştı… Hazine muhafızı gibi hissetmiştim kendimi…
Sırf onlar için bir vinil plak çalıcısı alabilirdim…
Çok ama çok da istiyordum…
Dört kere telefon etti bana…
Sonuncusunda “Bak gel artık… Gel ve al, yoksa ben gidiyorum” demişti…
Sesinde zarif bir sitem de vardı…
“Geliyorum Erkancığım… Söz geliyorum” demiştim dört kere…
Bir türlü gidip alamadım…
Önemsememe mi…
Asla… Deli gibi istiyordum Erkan Özerman’ın plak koleksiyunundaki Charles Aznavour’ları, Sylvie Vartan, Jack Brel, Leo Ferre, Reggiani, Joe Dassin’leri…
Hele Françoise Hardy, Sheila, Christophe, Herve Vilard’ları…
Üşengeçlik mi…
Asla…
Benim için bir senyördü Erkan Özerman…
Kitsch bir dünyanın kostümsüz Drag Queen’i, her masanın kraliçesiydi…
Öyleyse niye gidip alamadım o plakları…
Niye mi…
Şimdi söyleyeyim Sevgili Erkan…
Gelemedim çünkü, sen bu son yolculuk hazırlıkları, bu ölüm telaşı içindeyken gelip o plakları koltuğumun altına alıp gitmeyi anlatamadım kendime…
Biliyorum sen çok istiyordun benim o plakları almamı…
Ben de çok istiyordum almayı…
Ama gelip alamadım işte…
Biliyordum aslında senin son arzularından biriydi…
Kötü hissettim kendimi işte…
Belki bana alındın…
Haklısın da…
Ama sen daha hayattayken gelip o canın gibi sevdiğin plakları alıp gitmek var ya…
İnan anlatamadım kendime… Yediremedim o sahneyi kendime…
Razı edemedim kendimi…
Magazin dünyasının kraliçesiydi Madame…
Kendisinin sahnelediği bir magazin oyununun primadonnasıydı…
Çoğu insan onu “Best Model yarışması”nın patronu olarak tanıyordu…
Teatral bir king maker yani…
Kıvanç’ı, Kenan’ı bulup çıkaran güçlü organizatör…
Güngör Bayrak’ın hamisi… Ajda Pekkan’la Enrico Macias’ı buluşturan “menacer” zannediyordu…
Oysa o Tous Paris’ti…
Bütün Paris’i tanıyan adam…
İzmir’deki lise yıllarımdan beri Sylvie Vartan hayranı olduğumu biliyordu ya…
Beni İstanbul’da bir yemekte Sylvie Vartan’ın yanına oturtacak kadar zarif, bunu yapabilecek kadar iktidar sahibi bir insandı eğlence dünyasında…
Truman Capote kadar keskin bir gözlemciliği ve iğneleyiciliği vardı.
Sosyetede, magazin dünyasında ne oluyor ne bitiyor bilirdi onun gibi.
Ünlü Fransız şarkıcısı Patricia Carli ile Gönül Yazar yakışıklı bir müzisyen yüzünden kavga mı ettiler?
İlk öğrenen oydu…
Ama o zeka, o dil hiçbir zaman en kızdığı insanlara çektiği bir kılıç haline gelmedi.
Hep kınında duran keskin bir zeka ve mizahtı o şövalye kılıcı…
Dario Moreno üstüne yazılabilecek en güzel kitabı yazdı ayrılmadan önce…
“İzmirli Dario…”
Bir hatıra başeseridir.
Dario Moreno’nun Ankara’da Orhan Veli ile aynı otel odasını paylaştıklarını, odada birinin gece ötekinin gündüz kaldığını o kitaptan öğrenmiştik.
Charles Aznavour’u Paris’teki Türk büyükelçisiyle buluşturacak kadar da gizli bir diplomattı…
İzmirli Dario kitabında anlattığı beni çok etkileyen bir bölüm var.
Dario Moreno ölmeden önce son konserini İzmir’de Büyük Efes Oteli’nde vermiş.
Sözlerini kendi yazdığı “Canım İzmir” şarkısını söylerken ağlamaya başlamış.
Gözyaşları içinde sahneden indiğinde Erkan Özarman’a şunu söylemiş:
“Bana bir şey olduğunda öldü demeyin… İzmir’e geri döndü deyin…”
Ben de Erkan Özarman için “Öldü” demiyorum…
İzmit’te anneciğinin ve babacığının yanına dönüyor.
Güle Güle Sevgili Erkan…
Biliyorum gelip o plakları almadığım için alındın bana…
Ama yapamadım be kardeşim…
Vallahi yapamadım…
4 Aralık 2024 - Yılın en güzel filminin en güzel sahnesini anlatıyorum
3 Aralık 2024 - Dün gece Türkiye’nin en prestijli ödülü tarihimizin en büyük başarısızlığına verildi
1 Aralık 2024 - Cumhurbaşkanı nerede konuşacak? Caminin avlusunda mı, minberde mi?
30 Kasım 2024 - Antakya’da 2000 yıl arayla ayakta kalan iki duvarın sırrı
29 Kasım 2024 - Master Chef sorusu: Bir Michelin şefinin tam teşekküllü kestane menüsü nasıldır?