1970 yılının Aralık ayı…
Paris’in Trocadero Meydanının hemen sol tarafındaki sinematek salonunun girişinde kuyruktayız.
Karşıdaki Eyfel kulesinin oradan kopan inanılmaz soğuk bir rüzgar bizi donduruyor..
Ama oradayız.
Çünkü sessiz sinemanın büyük komedyeni Buster Keaton’ın “Mecano du General” filmini izlemek için bekliyoruz.
Kim bilir kaç gün, kaç akşam bekledim o kuyrukta…
Temmuz ayında öğrenmeye başladığım Fransızcamın daha ilk hecelemelerindeyim.
Yanımda Alliance Française okulundaki sınıftan arkadaşlarım var.
Bir İspanyol, bir Norveçli kız, iki de Latin Amerikalı erkek arkadaşız.
Latin Amerikalı arkadaşlarımdan biri “Mary de gelecek, ona da bilet alalım” diyor.
Mary sınıftan bir İngiliz kız arkadaşımız.
Mary o akşam gelmedi…
Buster Keaton’un harika sahneleri arasında hiç üzerinde durmadık…
Önceki akşamüstü aynı Trocadero meydanında güçlü hoparlörlerden Beyonce’nin “Run the World (Girls)” şarkısı çalıyordu.
Eyfel’e bakan meydana dev bir ekran konmuştu.
Dev ekranda çok büyük rakamlarla şu yazıyordu:
“780-72…”
Bu rakamın ekrana yansımasından kısa süre önce Fransa’nın 34 yaşındaki genç Başbakanı Meclis’te şu konuşmayı yapıyordu:
“Buradan dünyanın bütün kadınlarına şu mesajı veriyoruz: Bedeniniz size aittir. Kimsenin, ama kimsenin sizin bedeniniz üstündeki hakkınızı sizin yerinize kullanma hakkı ve yetkisi yoktur.”
Fransa Parlamentosu bir anayasa değişikliğini oyluyordu.
Kadınların dört aylık hamileliğe kadar çocuk aldırma hakkını anayasal güvence altına almayı…
Yani bu artık Fransız Anayasasının değiştirilemez maddesi haline geliyordu.
Ve en önemlisi, dünyada bir ilkti…
Dünyada milyonlarca kadın hakları savunucusunun gözü kulağı oradaydı.
Amerikan Anayasa mahkemesi geçen yıllarda kadınların bu vazgeçilmez hakkını geri alırken dünyanın öteki tarafında en eski demokrasilerinden biri, tam aksine, bunu değiştirilemez bir hak olarak anayasaya koyuyordu.
Oylama sona erip sonuç Trocadero meydanındaki dev ekrana yansıdığında orada toplanan binlerce insan coşkuyla slogan atmaya başlamıştı…
Fransız Parlamentosu ezici bir çoğunlukla kabul etmişti bunu…
Aynı anda güçlü hoparlörlerden Beyonce’nin şarkısı başladı:
Run the World (Girls).
Beyonce haykırıyordu:
“Dünyayı yöneten kim? Kızlar?”
Ve arkasından o nakarat;
“Oğlum bize dokunmaya kalkma…”
Mary o akşam Sinematek’te bizimle buluşmaya gelmedi.
Ertesi gün okula da gelmedi…
Fransızca kursunu bitirinceye kadar onu bir daha görmedik…
O akşamı da, onu da unuttuk…
Alliance Française’deki dil okulumuz bitti.
Hepimiz dağıldık…
Bir daha birbirimizden hiç haber alamadık…
Bir tek Mary hariç…
Bir buçuk yıl sonra St. Guillaume sokağındaki Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin kütüphanesine giriyordum.
Kapıda Mary’yi gördüm…
Birbirimize sarıldık…
Hemen sordum;
O akşam Sinametek’e neden gelmedin?
Güldü…
“Hadi bana bir espresso ısmarla” dedi.
Köşedeki kafeye gittik ve anlatmaya başladı.
Sınıftaki arkadaşlarımızdan biriyle ilişkisi olmuş.
Ondan hamile kalmış.
O yıllarda Fransa’da çocuk aldırtmak yasaktı.
Parası da olmadığı için İngiltere’ye annesinin yanına dönmüş.
Çocuğu orada aldırmış.
Kimdi o diye sordum… O akşam Mary de gelecek diyen yakışıklı Latin Amerikalı arkadaşımız olduğunu tahmin etmiştim.
Adını vermedi.
“İyi de niye ona ve bize haber vermedin?” dedim.
“Niye haber vereyim ki? Zaten onun da parası yoktu. Burada yapacağımız bir şey yoktu. Okula daha yeni başlamıştım. İngiltere’ye gittim, annemle konuştum. Önümde bir eğitim dönemi vardı ve hamileliğime son verdirdim…”
Maria’yı son görüşüm o oldu.
Sonra yollarımız ayrıldı…
O Fransa’da felsefe okudu.
Aldığım son haberden İngiltere’de öğretim üyeliği yaptığını öğrendim.
Evlenmiş bir çocuğu olmuş ve boşanmıştı…
Hayatından memnun mutlu bir kadındı.
Eminim önceki akşam Fransa Parlamentosu’nun bu kararını öğrendiğinde benimle aynı şeyleri hissetmiştir.
54 yıl önce kendi iradesi ile aldığı karar eğitimine rahatça devam etmesinin yolunu açmıştı.
Bir kere dana anladım ki orası Fransa… Simone de Beauvoir’ın ülkesi…
Jeanne d’Arc’ın ülkesi…
Tabii ki Vespa motosikletin üstünde pötikare kapri pantalonlu o harika Brigitte Bardot’un, Françoise Hardy’nin ülkesi…
Cumhuriyet’in sembolü Marianne’ın başına Brigitte Bardot’un yüzünü koyan insanların ülkesi…
Fransa Parlamentosu önceki gün dünya tarihine geçecek bir karar aldı.
Bunu da 34 yaşında genç LGBT mensubu bir başbakan başardı.
En önemlisi Fransa’nın sağ eğilimli milletvekilleri de bu yolda oy kullandı.
Hep diyorum…
Bu fena halde popülist rüzgarlara kapılmış dünyada demokrasinin son kalesi Avrupa…
İnsan Haklarının çanları hala orada çalıyor.
Yunanistan Parlamentosu’nun aynı seksten evliliğe izin veren kararından sonra Fransa’nın da kadınların kendi bedenleri üstündeki haklarını garantiye alan bir anayasa değişikliğini, hem de bu kadar ezici bir oy farkı ile kabul etmesi bana şunu anlatıyor…
Trumpların, Putinlerin, Orbanların, Modilerin, Netanyahuların berbat ettiği şu dünyada…
Hala umut var…
O yüzden ülkemin ve çocuklarımın, torunlarımın geleceğini hep bu coğrafyada görmek istiyorum…
Çetin Altan ölmeden önce “Hayal ettiğim ülke bu değildi” demişti.
Herhalde ben de ölürken “Hayal ettiğim dünya bu değildi” diyeceğim.
Ama böyle bir dünyada bile hayal ettiğim güzel şeyler oluyor…
Cesur kadınlar, cesur erkekler, cesur insanlar sayesinde….
Çünkü onlar Pink Floyd’un “The Wall” şarkısındaki gibi “duvarda herhangi bir tuğla” olmayı kabul etmeyen “birey” insanlar…
Tarih boyunca diktatörlerin en korktuğu insanlar…
4 Aralık 2024 - Yılın en güzel filminin en güzel sahnesini anlatıyorum
3 Aralık 2024 - Dün gece Türkiye’nin en prestijli ödülü tarihimizin en büyük başarısızlığına verildi
1 Aralık 2024 - Cumhurbaşkanı nerede konuşacak? Caminin avlusunda mı, minberde mi?
30 Kasım 2024 - Antakya’da 2000 yıl arayla ayakta kalan iki duvarın sırrı
29 Kasım 2024 - Master Chef sorusu: Bir Michelin şefinin tam teşekküllü kestane menüsü nasıldır?